4. Sonuç: AB’nin Karşılaştığı Sorunlar ve Çözüm Önerileri
Senem Aydın-Düzgit & Özge Onursal-Beşgül
Giriş +
Avrupa Birliği’nin gerek siyasi gerek ekonomik geleceği bugün yoğun bir biçimde tartışılmakta olan bir konudur. Özellikle 2008 küresel krizinin AB ekonomilerine olan olumsuz etkileri AB’nin gelecekteki varlığını dahi tartışılır hale getirmiştir. Bu bağlamda incelenmiş olan politika alanlarının tümünde AB’nin karşı karşıya olduğu en önemli meseleler, demokrasi ve şeffaflık ile sürdürülebilir bir ekonomik ve siyasi yapı olarak ifade edilebilir. Bu konuların AB’nin genişleme politikalarını ve üçüncü ülkelerle olan ilişkileri ile çevre ve göç gibi AB’nin sınırlarını aşmakta olup uluslararası bir nitelik taşıyan bazı temel politikaların geleceğini de belirlemesi beklenmektedir.
I. Demokrasi ve Şeffaflık +
Avrupa Parlamentosu seçimlerinde rekor düzeyde düşük katılımın olması, bu seçimlerde ve özellikle de 2008 krizi sonrasındaki ulusal seçimlerde Avrupa karşıtı ırkçı ve milliyetçi partilerin yüksek başarı kazanmış olması Birliğin içinde ciddi bir demokrasi eksikliği ve iletişim sorunu bulunduğunu göstermektedir. AB’nin kurumsal reformunda en son önemli adım olarak nitelendirilen Lizbon Antlaşması’nın içeriği, Antlaşma’nın hazırlanma ve kabul aşamalarındaki antidemokratik unsurlara ve karmaşıklığına karşın oldukça önemli demokratik açılımları beraberinde getirmektedir.
Bunlardan en önemlisi, Avrupa Parlamentosu’nun yetkilerinin güçlendirilmesidir. Parlamento’nun yasal yetkileri artırılarak Bakanlar Konseyi ile eşit hale getirilmektedir. Lizbon Antlaşması ile tüm harcamalar için son söz Avrupa Parlamentosu’na bırakılmaktadır. Lizbon Antlaşması’nın bu alanda getirdiği en önemli yeniliklerden bir diğeri de Parlamento’ya Komisyon Başkanı seçiminde verilen roldür. Avrupa Konseyi, nitelikli çoğunluk ile bir aday önerecek ve bu adayın da Avrupa Parlamentosu üyelerinin çoğunluğu tarafından onaylanması gerekecektir.
Daha önceki Avrupa antlaşmalarında olduğu gibi, Lizbon Antlaşması da Avrupa Parlamentosu’nun gücünü önemli ölçüde artırmakta ve böylece Birliğin demokratik içeriğine katkıda bulunmaktadır. Antlaşma,Avrupa Komisyonu’nun yetkilerine ve yapısına yaptığı değişikliklerle de daha demokratik bir Birliğin oluşmasını hedeflemektedir. Avrupa Birliği’nin antidemokratik yapısını eleştiren birçok kişi için bu yapının özünde, Avrupa halklarından uzak bir şekilde faaliyet gösteren ve halktan gelen bir meşruiyetinin olmamasına rağmen vatandaşların günlük hayatlarına etki edecek şekilde entegrasyon sürecini şekillendiren Avrupa Komisyonu bulunmaktadır. Son yıllarda Avrupa Parlamentosu’nun yetkilerinin artması, Komisyon’u frenleyici bir etki görmüştür. Lizbon Antlaşması da, Komisyon’un yetki alanlarını (özellikle dış politika ve makro-ekonomik işler alanlarında) sınırlı tutmakta ve alternatif güç odakları yaratarak Komisyon’un gücünü denetim altına almaya çalışmaktadır.
Lizbon Antlaşması, Birliğin demokratik meşruiyeti tartışmalarında ön plana çıkan, ‘entegrasyon sürecinde ulusal parlamentoların rolü’ konusuna da el atmakta, ulusal parlamentoların Birlik içindeki gücünü artırmakta ve bunu ‘yetki ikamesi’ (subsidiarity) ilkesi üzerinden yapmaktadır. Yetki ikamesi ilkesi uyarınca Avrupa Birliği, ancak kendi girişimi yerel, bölgesel veya ulusal girişimden daha etkin olacaksa harekete geçebilir. Birliğin girişimi, Antlaşma’nın hedefine ulaşmak için gerekli olandan dışarı çıkamaz. Lizbon Antlaşması’na göre ulusal parlamentoların üçte biri, Komisyon tarafından yapılmış olan yasa teklifinin ‘yetki ikamesi’ ilkesini ihlal ettiğine karar verirse, Komisyon’un yasayı geri çekmesini sağlayabilecektir. Lizbon Antlaşması’nın daha demokratik bir Birlik için getirdiği yeniliklerden biri de, ‘vatandaş girişimi’ (citizens’ initiative) adı verilen uygulamadır. Katılımcı demokrasiden esinlenerek oluşturulan bu yeni düzenlemeye göre, ‘önemli sayıda üye devletin vatandaşı olan bir milyon Avrupa vatandaşı’ Avrupa Komisyonu’na, Komisyon’un yetki alanına giren bir konuda öneri sunmasına ilişkin teklifte bulunabilir. Komisyon’un bu isteği yerine getirme zorunluluğu bulunmamakla birlikte, böyle bir durumda Komisyon’u harekete geçirecek önemli oranda halk baskısı olacağını tahmin etmek güç değildir.
Lizbon Antlaşması’nın getirdiği bu yenilikler AB demokrasisi için ilerleme teşkil etmektedir. Ancak sadece bu tedbirler ile Birliğin demokratik meşruiyet sorunun çözülemeyeceği açıktır. Laeken Deklarasyonu’nun ‘Avrupa kurumlarını vatandaşlara yakınlaştırmak’ hedefi bugün itibariyle gerçekleştirilememiştir. Lizbon Antlaşması’nın reform sürecinde bir adım teşkil etmesi, anayasal mecburiyeti bulunan İrlanda halkı hariç Avrupa vatandaşlarına danışılmaması kararı üzerine olmuştur. Avrupa’nın aidiyet duygusuna sahip bir halka ve ortak bir kamusal alana sahip olmamasının demokratik meşruiyet açısından ciddi bir sorun oluşturduğu ortadadır. Ancak bu sorunun bir gecede ve sadece teknik/prosedürel tedbirlerle önlenmesi de beklenmemelidir. Avrupa’ya ait ortak kamusal alan ve bu kamusal alana katkıda bulunan Avrupa halkları ancak zamanla Avrupa çapında faaliyet gösteren siyasi partilerin oluşması ve vatandaşların günlük hayatlarında Avrupa’ya ilişkin konuların önemini algılamasıyla olacaktır. Bu süreç, Lizbon Antlaşması ile yapıldığı gibi Avrupa Parlamentosu’nun rolünün güçlendirilmesi, Komisyon Başkanı seçiminin siyasallaştırılması ve ulusal parlamentoların denetleme mekanizmalarının artırılması gibi tedbirlerle hızlandırılabilir.
Meşruiyet sorununun çözümündeki en önemli rol, iyi hazırlanmış ve küreselleşmenin Avrupa toplumlarında yarattığı sorunlarla baş edilmesini sağlayacak kuvvetli sosyo-ekonomik politikalara düşmektedir. Birliğin Avrupa vatandaşları arasında popüler olmamasının bir nedeni iletişim eksikliğidir. Buna bağlı olan diğer bir nedeniyse, vatandaşların, küreselleşme ve teknolojik değişim karşısında yaşadığı sorunların Birlik kaynaklı olduğunu düşünmeleridir. Avro krizinin etkin bir çözüme kavuşturulmadan derinleşiyor olması da halklar nezdinde AB’ye olan güveni önemli ölçüde düşürmektedir. Ekonomik güvensizlik ve yaşlanan nüfusun ulusal refah sistemine yaptığı baskılar ile etkin bir şekilde mücadele edemeyen hükümetler, başarısızlıklarını küreselleşmeden kaynaklanan ve çoğu zaman ulusal hükümetlerin kontrolünde bulunmayan etkenlere değil, Avrupa Birliği’ne bağlayarak meşruiyet krizini derinleştirmişlerdir. Esasen, sosyal ve ekonomik politikaların sorumluluğu üye hükümetlerdedir ve bunun da halklara açıkça belirtilmesi gerekir. Ancak bu, Birliğin üzerine düşen ekonomik görevleri aksatmasına da neden olmamalıdır. En nihayetinde, Birlik, küreselleşme, iç ve dış güvenlik, enerji ve çevre gibi konularda çözümler sunduğu sürece, Avrupa kamuoyundaki itibarı da güçlü olacaktır. Bu da, Birliğin etkin bir şekilde ve iyi yönetişim ilkeleri çerçevesinde faaliyet göstermesini gerektirmektedir. Nihayetinde günümüzde yaşanmakta olan Avro krizi ekonomik nedenlerden ziyade siyasi temelleri olan bir krizdir. Avrupa Birliği üye devletlerinin ulusal egemenlik kaygılarından ötürü ortak bir mali politikaya tabi olmamaları, ancak buna rağmen Avro’yu benimsemiş olmaları bu krizi tetiklemektedir. AB’deki kuzey ülkelerinde yatırım fazlası varken, bunlar ortak mali politikanın yokluğunda Yunanistan gibi ağır bir ekonomik kriz yaşamakta olan Güney ülkelerine aktarılamamaktadır. Burada esas olan ortak bir Avrupa kimliğinin ve Avrupa halkları bilincinin çok zayıf olmasıdır. Bu sorun beraberinde Avrupa’nın gelecekteki siyasi yapısının da sorgulanmasını gerektirmektedir.
II. ‘Güçlendirilmiş İşbirliği’(‘Enhanced Cooperation’) ve Avrupa’nın Gelecekteki Yapısı +
AB içerisindeki tüm ülkelerin, ortak hedeflere ulaşmak açısından aynı istek ve kapasitede olmadıkları bilinmektedir. Örneğin son günlerde yoğun bir şekilde yaşanmakta olan Avro krizine bir çözüm olarak Almanya tarafından derinleştirilmiş ortak mali politikalar önerilmiş, ancak İngiltere ve Çek Cumhuriyeti gibi ülkeler bu fikre sıcak bakmamıştır. Bu durum yeni olmadığı için bu sorunu çözmek için Amsterdam Antlaşması (1997) ile ‘güçlendirilmiş işbirliği’ adlı bir mekanizma oluşturulmuştur. Buna göre Avrupa Konseyi, Birliğin yasal çerçevesi dâhilinde kalmaları şartıyla, isteyen üye ülkelerin kendi aralarındaki entegrasyonu ilerletmelerine onay verebilmektedir. Bu mekanizma ancak işbirliğinin hedefleri tüm Birlik tarafından öngörülür bir zamanda gerçekleştirilemediği zamanlarda uygulanabilmektedir. ‘Güçlendirilmiş işbirliği’nin amacı, üye ülkeler arası artan farklılıklar karşısında ‘genişleme’ ve ‘derinleşme’nin bir arada yürütülmesini sağlamaktır. Son genişleme dalgası ile birlikte ülkeler arası farkın artacağı ve bu farkların Schengen bölgesi gibi alt gruplara neden olacağı beklenmiş ve ortaya çıkacak alt grupların Birliğin kurumsal yapısı içinde oluşturulması için güçlendirilmiş işbirliği mekanizması oluşturulmuştur. Güçlendirilmiş işbirliğine dâhil olmayan üye ülkeler, işbirliğine ilişkin kararların alınmasına iştirak etmezler ve alınan kararları uygulamakla yükümlü değildirler. ‘Açıklık’ (‘openness’) prensibi uyarınca, isteyen her üye ülke, istediği aşamada, güçlendirilmiş işbirliğinin parçası olabilir.
Güçlendirilmiş işbirliği mekanizması, hazırlanması için verilen onca emeğe rağmen, henüz hiç uygulanmamıştır. Ülkeler arası müzakerelerde bir tehdit unsuru olarak kullanılmış, ancak gerçekleştirilememiştir. Bunun en büyük nedenlerinden biri, Birliğin kurumsal yapısı dışında hükümetler arası işbirliğinin gelişmiş olmasıdır. Mayıs 2005’de yedi üye ülke arasında imzalanmış olan ve adalet ve içişleri alanında entegrasyonu ilerleten Prüm Antlaşması bunun en iyi örneklerinden biridir. Diğer bir neden ise, Birliğin yasal çerçevesinin, esnek bir entegrasyon politikasına (flexible integration) izin veriyor oluşudur. Bu açıdan bakıldığında Birleşik Krallık, İrlanda ve Danimarka’nın tabi olmadığı Schengen mevzuatı ile Birleşik Krallık ve Danimarka’nın dışında kaldığı ekonomik ve parasal birlik farklı güçlendirilmiş işbirliği modelleri olarak nitelendirilebilir.
Lizbon Antlaşması, Amsterdam Antlaşması ile öngörülen güçlendirilmiş işbirliği mekanizmasını daha cazip kılacak bazı adımlar atmaktadır. Nitekim İşbirliği yapılacak alanlar, Konsey’den dönen yasa teklifleri ile sınırlı bırakılmamakta ve işbirliği gruplarının özerklikleri artırılmaktadır. İşbirliğine taraf olan ülkeler, güçlendirilmiş işbirliğinin uygulanma prosedürlerini kendileri belirleyebileceklerdir. Bu durumda isterlerse oybirliği kuralını ya da nitelikli çoğunluk kuralını benimseyebileceklerdir. Güçlendirilmiş işbirliği, Birliğin anlaşmalarının kapsadığı tüm alanlarda uygulanabilmekte, ancak bu alanların ötesine geçememektedir. Söz konusu mekanizma, ancak Birliğin kurumsal yapısı altında işletilebilmektedir.
Güçlendirilmiş işbirliğinin en sık görülebileceği alanlar, adalet ve içişleri ile ekonomik ve parasal birliktir. Her iki alanda da bazı ülkelerin egemenlik kaybına ilişkin kaygılarının neden olduğu esnek entegrasyon politikaları zaten uygulanmaktadır. Birleşik Krallık, İrlanda ve Danimarka hâlihazırda adalet ve içişleri alanındaki birçok politikadan muaftır. Bu alanda güçlendirilmiş işbirliği mekanizmasının işletilmesi, ancak bu üç üye ülke dışındaki üye ülkelerin de belirli politikaların dışında kalma isteği sonucu mümkün olabilir. Güçlendirilmiş işbirliği, sosyal politika, istihdam ve vergi politikaları gibi parasal birlikle bağlantılı politikalarda ve ulusal ekonomik politikaların koordinasyonunda uygulanabilir. Ancak genişletilmiş işbirliği mekanizmasının yapısı dolayısıyla bu alanlardaki işbirliği de Birliğin yasal çerçevesinin izin verdiği ölçülerde gerçekleşmek zorundadır. Lizbon Antlaşması, güçlendirilmiş işbirliğinin dış politika alanında uygulanmasını mümkün kılmakta, ancak bu mekanizmanın dış politika alanında işletilmesi için Konsey’de oybirliği ile karar alınmasını şart koşmaktadır. Bu da güçlendirilmiş işbirliğinin dış politika alanında uygulanmasını düşük bir ihtimal haline getirmektedir. Dış politika kapsamında güvenlik politikasının da güçlendirilmiş işbirliği çerçevesine gireceği iddia edilebilir. Ancak bu alanda, gerek Birliğin yasal çerçevesinin içinde gerek Birlik dışında esnek entegrasyon mekanizmaları mevcuttur. Buna ek olarak, yine Lizbon Antlaşması’nın getirmiş olduğu ‘daimi yapılandırılmış işbirliği’ (‘permanent structured cooperation’) mekanizması, belirli bir askeri kapasiteye sahip üye ülkelere, savunma alanında işbirliğini derinleştirme imkânı tanımaktadır. Bu koşullar, dış politika alanında güçlendirilmiş işbirliği mekanizmasını gereksiz kılmaktadır.
Bu koşullar altında güçlendirilmiş işbirliğinin, her ne kadar adalet ve içişleri ile ekonomik ve parasal birlik alanlarında uygulanma potansiyeli olsa da, az başvurulan bir mekanizma olacağını söylemek güç olmayacaktır. Lizbon Antlaşması, her ne kadar güçlendirilmiş işbirliği mekanizmasını detaylandırıp, daha cazip ve etkin kılmaya çalışsa da, söz konusu mekanizmaya ilişkin bazı yasal belirsizlikler de bulunmaktadır. Bu mekanizmanın Birliğin adli sistemini nasıl etkileyeceği belli değildir. Örneğin işbirliği mekanizmasının dışında kalan, ancak işbirliği grubunun kararlarından etkilenen bir üye ülkeye Birliğin adalet sisteminin yaklaşımının ne şekilde olacağı belirsizdir. Tüm bunlara ek olarak, bazı üye ülkeler, güçlendirilmiş işbirliği mekanizmasını, Birliği bölen bir tehdit olarak görmekte ve uygulanmasına çekinceyle yaklaşmaktadır. Bu da söz konusu mekanizmanın uygulanma ihtimalini düşürmektedir. Bu durumda Birlik dışı hükümetler arası işbirliği ya da Birliğin yasal çerçevesi dahilinde uygulanan esnek entegrasyon politikaları (Schengen, parasal birlik vb.) güçlendirilmiş işbirliğine baskın gelebilecektir.
Güçlendirilmiş işbirliğinin ileride fazla rağbet görmeyecek bir mekanizma oluşu, Birliğin çok vitesli bir yapıya doğru ilerlediği gerçeğini değiştirmemektedir. Gelecekte, Birlik içinde ya da dışında olsun, esnek entegrasyon politikalarının yaygınlaşması beklenmektedir. Lizbon Antlaşması da, savunma alanında daimi yapılandırılmış işbirliği, adalet ve içişleri alanında Birleşik Krallık ve İrlanda’ya tanınan yeni muafiyetler, Polonya ve Birleşik Krallığın Lizbon Antlaşması tarafından kabul edilen Temel Haklar Şartı’nın uygulanmasından muaf tutulması gibi tedbirlerle bu sürece katkıda bulunmaktadır. Son dönemde Almanya’nın öncülüğünde bir grup AB ülkesinin Avro krizini çözmeye yönelik olarak mali politikalarda entegrasyon adımları atmayı kabul etmeleri de bu kapsamda değerlendirilmelidir. Bunu olumsuz bir gelişme olarak görmemek gerekir. İşbirliği gruplarının tüm üye ülkelere açık olması ve Birlik çatısı dışında dışlayıcı grupların oluşmaması durumunda, genişleme ve derinleşme arasındaki uyumun bu şekilde sağlanması mümkün olabilir. Diğer taraftan, muafiyetler ve istisnaların da çok geniş ve çok sayıda olmaması gerekmektedir. Aksi takdirde AB’nin bir ‘değerler birliği’ olarak nitelendirilen yapısı zarara uğrayabilir.
Çok vitesli Avrupa ya da diğer bir deyimle değişken geometrili Avrupa, Birliğin komşularına yönelik politikalarının geleceğini de birebir ilgilendirmektedir. AB’nin aday ülkelerle ve orta vadede üyelik ihtimali bulunmayan komşu ülkelerle ilişkilerini de çok vitesli Avrupa gerçeği kapsamında değerlendirmek gerekmektedir.
III. Genişleme Politikasının Geleceği ve Üçüncü Ülkelerle İlişkiler +
AB’nin genişleme politikası ve genişleme politikasına dâhil olmayan üçüncü ülkelerle ilişkileri de çok vitesli Avrupa modelini desteklemektedir. Önceki bölümlerde daha detaylı olarak ele alındığı üzere Türkiye gibi genişleme politikasına dâhil olan ülkeler AB’ye katılım perspektifiyle aday ülke statüsüne sahiptir ve belirlenen dönemlerde katılım müzakerelerine başlar ve yürütürler. Komşuluk Politikası’na dâhil olan ülkelerle ise tek tek faaliyet planları (action plan) hazırlanmakta ve bu planlar ile ülkelerin kısa ve orta vadede gerçekleştirmesi gereken ekonomik ve siyasi reformlar ile bu reformlara AB’nin vereceği mali ve teknik destek belirlenmektedir.
Birliğin genişleme politikasının geleceği, özellikle 2005 yılında Avrupa Anayasası’nın Hollanda ve Fransa referandumlarında reddinden sonra yoğun bir biçimde tartışılmaya başlanmıştır. AB’nin kısa ve orta vadede yeni genişlemelere hazır olmadığı, Hırvatistan’ın katılımını takiben genişleme projesine uzun bir süre ara verilmesi gerektiği birçok siyasi lider tarafından ifade edilmiştir. Özellikle Avro krizi sonrasında genişleme politikası popülaritesini önemli ölçüde yitirmiştir. Yeni genişlemelerin Avrupa’nın ‘hazmetme/entegrasyon kapasitesini’ (‘absorption/integration capacity’) zorlayacağı vurgulanmaktadır. ‘Hazmetme/entegrasyon kapasitesi’ tartışmalarının toplumsal, kurumsal ve mali boyutlarının bulunduğu görülmektedir.
Toplumsal boyut, Avrupa halklarının yeni genişlemelere karşı olduğu argümanına karşılık gelmektedir. Yapılan çalışmalar, genişleme projesine halklar tarafından verilen desteğin zaman içinde düşmüş olduğunu doğrulamakta, fakat siyasi elit düzeyindeki genişleme karşıtlığının halklar nezdinde karşılığı olmadığını göstermektedir. Halk arasında genişlemeye verilen desteğin düşmesinin en önemli nedenlerinin, işsizlik korkusu, sosyal güvence eksikliği ve suç ve göçle mücadele olduğu görülmekte; bu da genişlemeye verilen desteğin artmasının üye ülke hükümetlerin ve AB’nin gündelik sorunlara etkin çözümler üretmesiyle ilintili olduğunu göstermektedir. Avro kriziyle beraber Ancak Türkiye’nin adaylığı söz konusu olduğunda istisnai bir durum ortaya çıkmaktadır. Gerek eski gerek yeni üye ülkelerde Türkiye’nin üyeliğine karşı olumsuz bir görüş birliğinin oluşmaya başladığı görülmektedir. Araştırmalar, bu olumsuz görüş birliğinin temel kaynağının ‘kimlik’ eksenli endişeler olduğunu göstermektedir. Türkiye’nin kültürel, tarihsel ve coğrafi olarak Avrupalı olmadığı fikrine dayanan bu ‘özcü’ kimlik yapılandırmalarının siyasi elitler tarafından da beslendiği ortadadır. Türkiye tartışmaları özcü kimlik anlayışları çerçevesinde şekillenmeye devam ettiği takdirde, ülkenin tam üyeliğine verilen halk desteğinin yükselmesi düşük bir olasılık olarak kalacaktır.
Hazmetme/entegrasyon kapasitesi tartışmalarının kurumsal boyutu ise genişlemenin, Birliğin karar alma mekanizmasına olumsuz etki yapacağını öne sürmektedir. Bu argümanın Lizbon Antlaşması ile yapılan kurumsal reformlar sonrasında zayıfladığı açıktır. Ayrıca son genişleme dalgası ile birlikte Birliğe katılan ülkeler, Bakanlar Konseyindeki uzlaşmacı kültüre entegre olmuş ve Konsey’de gündeme gelen herhangi bir öneriye karşı çıkan ülkelerin sayısı, hiçbir zaman bir ya da ikinin üzerine çıkmamıştır. Yapılan çalışmalar, Komisyon’un da son genişleme dalgasına başarılı bir şekilde adapte olduğunu göstermektedir. Bunların daha sonraki genişlemeler için bir emsal teşkil ettiği söylenebilir. Ancak burada da Türkiye’nin muhtemel üyeliğine dikkat çekmek gerekmektedir. Yukarıdaki tartışmalarda da görüldüğü üzere Lizbon Antlaşması ile getirilen çifte çoğunluk kuralı, büyük nüfuslu üye ülkelere hak ettiklerinden de fazla oy hakkı tanımaktadır. Ancak bu yine de Türkiye’nin herhangi bir kararın alınmasına önayak olma ya da çıkarılmasına engel olma anlamında kendi başına sınırlı bir güce sahip olduğu gerçeğini değiştirmez. Ayrıca, Türkiye’nin, AB’ye aykırı ve istikrar bozucu siyasi gündem maddeleri taşıyarak Birlik içindeki ‘uzlaşmacı’ siyaset tarzına zarar vereceğine ilişkin herhangi bir önsel neden ya da kanıt bulunmamaktadır. Türkiye, büyük olasılıkla, Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri gibi belirli konulardaki mevcut koalisyonlara katılacak ve dolayısıyla, AB politikaları içindeki mevcut eğilimleri güçlendirmenin ötesinde bir etkide bulunmayacaktır.
Hazmetme/entegrasyon kapasitesi tartışmalarının mali boyutu ise özellikle tarım politikası ve yapısal politikalar üzerinde yoğunlaşarak, yeni üye ülkelerin bu politikalar kanalıyla Birliğin bütçesine yapacağı baskıya dikkat çekmektedir. Tarım politikasının reformu, genişlemeden bağımsız olarak hâlihazırda gündemde olan bir konudur. Öte yandan bölgesel politikalar kapsamında yapılan ödemelerin de belirli bir üst limiti bulunmaktadır. Yapılan çalışmalar, Türkiye gibi büyük bir ülkenin bile AB bütçesine getireceği – AB’nin gayri safi yurtiçi hâsılasının en fazla %0.20’si civarında olacağı tahmin edilen - mali yükün, son genişlemede olduğu gibi, altından kalkılabilecek bir yük olacağına işaret etmektedir. Ancak Birlik, Türkiye’nin müzakere çerçeve belgesine yapısal politikalar ve tarım politikalarında kalıcı koruma önlemleri ve derogasyonlara yer verilebileceği maddesini koyarak, bu alanlarda da çok vitesli Avrupa mantığına uygun bir emsal oluşturmuştur. Aynı belgede kişilerin serbest dolaşımı için de kalıcı önlemlere yer verilebileceğinin ifade edilmesi de yine bu yönde bir gelişme olarak değerlendirilebilir.
Birliğin Komşuluk Bölgesi Politikası’nın geleceği ise en az genişleme politikası kadar belirsizdir. Üye ülkeler ve aday ülkelerden sonra gelen komşu üçüncü ülkeler, değişken geometrili Avrupa’nın en dış halkasını oluşturmaktadır. Ancak bu ülkelere yönelik olarak geliştirilmiş olan politikanın önemli eksiklikleri mevcuttur. Genişleme projesine dâhil olan aday ülkelerde reformu tetikleyen ana faktörün tam üyelik perspektifi olduğu bilinmektedir. Ancak komşuluk bölgesi politikasına dâhil olan ülkelerin bu perspektiften yoksun olması, söz konusu ülkelerde siyasi ve ekonomik reformun teşvik edilmesini güçleştirmektedir.
IV. Çevre ve Göç Politikaları +
Çevre ve göç politikaları, yukarıdaki bölümlerde de detaylı olarak ele alındığı üzere hâlihazırda Birliğin sürekli yeni tedbirlerle geliştirmeye çalıştığı ve AB’nin gerek iç gerek dış politika alanına giren iki politika alanını oluşturmaktadır.
Avrupa Birliği mevzuatının en ağırlıklı politika alanı AB’nin çevre politikasıdır. Bu alandaki yasal mevzuat çok gelişmiştir. Ortak çevre politikasının uygulanması alanında da önemli adımlar kaydedilmiş, bunun da ötesinde Birlik, uluslararası platformlarda çevre sorunlarına duyarlı bir dış politika aktörü rolünü üstlenmiştir. Bunun en belirgin örneklerinden biri Birliğin Kyoto Protokolünü imzalamasıdır. Ancak Birliğin iklim değişikliği ile mücadelede diğer ülkeleri teşvik edebilmesi, uygulamadaki başarısına bağlıdır. Küresel ekonomik kriz ile birlikte bunu gerçekleştirmek daha zor bir hal almaktadır. Ekonomik büyümeden taviz vermeden sera gazı emisyonu hedeflerine ulaşmak gittikçe güçleşmektedir. Esasen iklim değişikliğinin, uzun vadede çok daha ciddi ekonomik krizlere neden olması beklenmektedir. Etkili bir şekilde mücadele edilmediği takdirde, gelişmiş ülkelerde ekonomik büyümeyi engellemenin yanı sıra gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelerdeki ekonomik gelişmeyi de önemli ölçüde engelleyeceği ifade edilmektedir. İklim değişikliği aynı zamanda gıda ve su gibi doğal kaynaklar temelli uluslararası anlaşmazlıkları artırma potansiyeli ile ulusal ve uluslararası güvenlik için de tehdit arz etmektedir. İklim değişikliği ile mücadelenin masrafı, Avrupa Komisyonu tarafından yıllık 200 milyar dolar olarak hesaplanmaktadır. Bu masrafın küresel olarak dağıtılması gerekmektedir. Ancak burada gerek AB içinde, gerek dışında ortak bir yaklaşımın benimsenmesi şarttır. Bu yaklaşım, çevre alanındaki harcamaların uzun vadeli yatırımlar olarak görülmesini esas almalıdır. Ancak içinde bulunulan ekonomik ortamda bu yaklaşım etrafında uluslararası görüş birliği sağlayabilmek, hatta AB içinde dahi bu yaklaşımı sürdürebilmek kolay görünmemektedir.
Avrupa Birliği’nin adalet ve içişleri politikaları, özellikle de göç politikası, demokrasi açığı açısından bakıldığında daha da olumsuz bir tablo sergilemektedir. Arap Baharı ile birlikte AB’nin üzerindeki göç baskısı artmıştır. Buradaki en önemli sorunlardan biri, göç konusunun, güvenlik ekseninden ayrıştırılmamasından kaynaklanmaktadır. Göç konusu AB içinde sürekli bir ‘güvenlik’ sorunu olarak algılanmaktadır. Bu algılama da, göç politikasının insani yönünü, yani demokrasi, insan hakları ve hukukla olan ilişkisini geri plana itmektedir. Bunun sonucunda da AB’ye olan göç tehdit ekseninde değerlendirilmekte ve insan haklarına aykırı olarak nitelendirilebilecek uygulamalar meşrulaştırılmaktadır. Örneğin son zamanlarda, özellikle de Madrid bombalamasını takiben, gelişmiş istihbarat teknolojilerinin (veritabanlarının genişletilmesi, biyometri ve yeni teknolojilerin AB pasaportlarında ve üçüncü ülke vatandaşlarına verilen vize ve oturum izinlerinde kullanılması vb.) yasadışı göç ve terörle mücadelede (söz konusu iki kavramın da sıkça birlikte kullanılması ayrıca sorunsallaştırılabilir) etkin olduğuna dair bir inancın yaygınlaştığı görülmektedir. Oysa bu teknolojilerin bazılarının, temel hak ve özgürlükleri ne derece kısıtladığı göz ardı edilmektedir. Buna bağlı olarak, göçmenlerin AB toplumlarına ‘entegrasyonu’ konusunun da güvenlik ekseninde değerlendirildiği görülmektedir. ‘Entegrasyon eksikliği’ ya da ‘entegrasyon başarısızlığı’ gittikçe bir güvenlik sorunu olarak ele alınmakta ve Avrupa’da yükselen ırkçılık ile birleşerek, artan oranda ayrımcılığa ve sosyal dışlamaya katkıda bulunmaktadır.
Avrupa Birliği düzeyinde belirlenecek bir göç politikası bu sorunların giderilmesinde rol oynayabilir. Özellikle Amsterdam Antlaşması’nı takiben Birliğin Adalet ve İçişleri alanındaki yetkileri genişletilmiştir. Bunda ortak karar alma prosedürünün (co-decision) ve nitelikli oy çoğunluğu kuralının (qualified majority voting) bu alanlarda artarak uygulanmaya başlamasının önemli rolü olmuştur. Lizbon Antlaşması da bu alanlarda ulus üstü karar alma mekanizmasını güçlendirmektedir. Ancak burada da artan demokrasi açığı ve bu kapsamda karar almada oldukça kısıtlı kalan STK etkisi göze çarpmaktadır. Adalet ve İçişleri politikalarının temel özgürlükler bazında şekillenmesi için çaba gösteren STK’ların oldukça etkisiz kaldıkları görülmektedir. Bunda, STK’ların üstlenmek durumunda kaldıkları çifte görevin de payı bulunmaktadır. AB düzeyinde faaliyet gösteren bu STK’lar, hem söz konusu politikaların içeriğini değiştirmek, hem de politikaların yapılış biçiminin daha demokratik, şeffaf ve hesap verebilir bir hale kavuşturulması için çabalamaktadır.