1.8 AB’de Nüfus Hareketleri ve Entegrasyon Tartışmaları
Ayhan Kaya
Anahtar Sözcükler Göç, İstihdam, Entegrasyon, Yabancı Düşmanlığı, Irkçılık, Demografik Göstergeler, Kale Avrupası, Çokkültürcülük, Cumhuriyetçilik, Kültürlerarasılık, Etnik Kimlik, Kültürleştirme, Çeşitlilik-İçinde-Bütünlük, Yurttaşlık, 1982 Anayasası
Giriş +
Avrupa Birliği ülkeleri etnik, kültürel ve dinsel açıdan farklılıkların bir arada olduğu bir coğrafyadır. Gerek geçmişteki sömürgecilik deneyimleri, gerek tarih boyunca yaşanan kavim savaşlarının, din savaşlarının ve diğer kitlesel savaşların gerekse özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan işçi hareketlerinin neden olduğu göç dalgaları, Avrupa coğrafyasını farklılıklarla donatmıştır. Tarih boyunca farklı dinsel grupların, Hristiyanların, Musevilerin ve Müslümanların varlığıyla da ortaya çıkan demografik farklılıklar giderek belirginleşmektedir. Göçmenlerin yanı sıra yerli azınlıklar da düşünüldüğünde, etno-kültürel ve dinsel farklılık olgusunun Avrupa için aslında çok normal bir olgu olduğu görülmektedir.
Günümüz Avrupa coğrafyasında her on kişiden yaklaşık iki kişinin göçmen olduğu bilinmektedir. Bu oranın Afrika ülkelerinde 70 kişiye 1 olduğu düşünüldüğünde Avrupa’nın demografik açıdan ne denli zengin olduğu görülmektedir.
Özellikle Batı Avrupa ülkeleri 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde ortaya çıkan işgücü açığını kapatmak için 1950’lerden başlayarak çevre ülkelerden işgücü alımına başlamıştır. Göçmen işgücü genelde ağır çalışma koşullarının hâkim olduğu vasıfsız işlerde istihdam edilmiştir. Günümüzde giderek varlığını gösteren teknolojik yenilenme sonucu bu tür işyerlerinin ortadan kalkmasıyla birinci kuşak göçmenler büyük ölçüde işsizlik veya emeklilik yoluyla işgücü piyasasının dışına çıkmıştır.
Göçmenleri çocukları olan ikinci, üçüncü ve hatta dördüncü kuşaklar da genel olarak düşük eğitim ve vasıflılık düzeylerinden ötürü işgücü piyasasına ya işsiz olarak katılmakta ya da çoğunlukla vasıfsız veya yarı-vasıflı, güvencesiz işlerde çalışmaktadır. AB ülkelerinde günümüzde yaşanan yabancı düşmanlığı, ırkçılık, İslam korkusu ve entegrasyon tartışmalarını bu bağlamda ele almak gerekir.
Ekonominin geçirdiği yapısal değişikliklere bağlı olarak istihdamda geleneksel sanayi dallarının payı azalırken, hizmetler sektörünün payı artmakta, buna paralel olarak niteliksiz işgücünün payı çok düşerken vasıflı olmak, istihdamın temel koşulu haline gelmektedir. Bir çok AB ülkesi yüksek sayıda işsizin varlığına rağmen işgücü piyasasında darboğazlar yaşamaktadır. Bu işgücü açığı kimi bölgelerde ve sektörlerde üretimi olumsuz etkilemektedir. Bu paradoksal durum hükümetleri dışarıdan yabancı işçi getirtmekten önce ülke içindeki işsizlik sorununun çözülmesi ve yerleşik işgücü potansiyelinden yararlanılması için çalışacakları yönünde beyanlara yöneltmektedir. Diğer yandan da bir dizi AB ülkesinde yüksek vasıflı işgücünün getirtilmesi için neler yapılması gerektiği düşünülmekte, göçe ilişkin kapsamlı ve uzun vadeli bir yaklaşımın oluşturulmasına çalışılmaktadır. Sadece yüksek vasıflı işgücüne değil, yerli halkın yapmaya yanaşmadığı işlerde vasıfsız işgücüne de ihtiyaç vardır. Karar verme konumunda olanların açıklığa kavuşturmaları gereken husus ekonomik ve demografik nedenlerle hangi vasıflara sahip, hangi miktarda göçmenin ne kadar süre için alınacağıdır.
I. Kale Avrupası (Fortress Europe) +
Özellikle 1980’li yılların sonundan başlamak koşuluyla AB ülkelerinde göçmenlerin ve onların çocuklarının bulundukları ülkelere ve toplumlara yeterince entegre olmadıkları, işsizlikle mücadele eden ülkelerin yerli haklarının işlerini ellerinden aldıkları, bu nedenle de yerli haklar ve siyasetçiler tarafından dışlanmaya başladıkları ve hatta yaşanmaya başlanan sosyo-ekonomik sorunların nedeni oldukları gibi bir takım tartışmaların ortaya çıktığı görülmüştür. Özellikle muhafazakâr siyasal partiler, gazeteler, televizyonlar ve önde gelen kişiler tarafından göçmenler giderek ötekileştirilmeye ve dışlanmaya başlamıştır.
Benzeri tartışmaların Türkiye’nin Birliğe üyeliği bağlamında da sıkça Almanya, Fransa, Hollanda ve Belçika gibi ülkelerde dile getirildiğini de vurgulamakta fayda var.
Türkiye’nin Birliğe üyeliği durumunda milyonlarca Türkiyeli insanın Birlik ülkelerine göç edeceği şeklindeki önyargılı ve kasıtlı söylemlerin özellikle Türk göçmenlerin yaşadığı bazı ülkelerde ağırlık kazandığı bilinmektedir. Hâlbuki bu söylemin tersi yönde de bir söylem üretmek pekâlâ mümkündür. İspanya, Portekiz ve Yunanistan gibi ülkelerin Birliğe üyeliği ile Batı Avrupa ülkelerinde yaşayan ve çalışan İspanyolların neredeyse tamamı, Portekizli ve Yunanistanlıların tamamına yakınının kendi ülkelerine dönüş yaptıkları bilinmektedir. Aynı eğilimin Türkiyeli göçmenler açısından da geçerli olacağı görülmektedir (Kaya ve Kentel, 2005). Avrupa’da yaşayan yaklaşık 5 milyon Türkiyeli göçmenin büyük ölçüde üyelik durumunda Türkiye’ye dönmesi söz konusu olabilir.
AB ülkelerinde yaşanan bu tür olumsuz gelişmeler giderek AB’nin dış dünyadaki algılanma şeklini değiştirmiş ve AB’yi adeta Schengen Anlaşmasıyla (1985) iç sınırları kalkan ancak dış duvarları yükselen bir kale (Fortress Europe) olarak algılanmasına neden olmuştur. AB’nin 2000’li yılların sonunda yaşadığı finansal, toplumsal ve siyasal krizin özünde kendi içine kapanma, dış dünyaya karşı şüpheci yaklaşım ve geleneksel siyasal kurumların asıl toplumsal sorumluluklarını unutma halleri yatmaktadır. Değişimin, dinamizmin, farklılıkların olmadığı, daima aynılığın ve türdeşliğin vurgulandığı toplumsal, ekonomik ve siyasal düzlemlerde durağanlık kaçınılmazdır.
II. Entegrasyon Tartışmaları: Çokkültürcülük, Cumhuriyetçilik ve Kültürlerarasılık +
Farklılıkların siyasal olarak yönetimi konusunda Avrupa Birliği ülkelerinde bugün önemli bir takım sorunlar yaşanmaktadır. Ulusal, etnik, dinsel ve kültürel farklılıkların yönetimi konusunda günümüz ulus-devletleri iki belirgin alternatif siyaset anlayışından birini benimsemek durumundadırlar: cumhuriyetçilik veya liberal çokkültürcülük. Cumhuriyetçi anlayış, farklılıklara referansla siyaset üretmek yerine, farklılıklar-üstü bir şekilde din, dil, ırk ve cinsiyet farkı gözetmeksizin siyasal yurttaşı milli eğitim yoluyla yaratmaya çalışır. İkiyüz yılı aşkın Fransız Cumhuriyetçi geleneği, Fransız değerlerini benimsemeye hazır ve Fransa ulusal sınırları içinde bulunan herkesin Fransız yurttaşı olabileceğini vurgular. Cumhuriyetçi gelenek, yurttaşlığın milli eğitim yoluyla verilecek bir siyasal kimlik olduğunu vurgularken, vatana, devlete ve cumhuriyete birincil derecede sadakati gerektirdiğini düşünür (Üstel, 2004: 11-24).
Günümüz siyaset felsefesinde cumhuriyetçi anlayışa denk düşen yaklaşım çeşitlilik-üstü-bütünlük (unity-over-diversity) şeklinde formüle edilebilir. Cumhuriyetçiler farklılığa saygının, yurttaşlar arasında eşitliği sağlamak için gerekli olan bütünlüğü tehdit ettiğini hatırlatarak, çok-kültürlü bakış açısından kaynaklanan bölünmeler konusunda hassasiyet sergilerler. Etnik, dinsel ve kültürel gruplar söz konusu olduğunda, bu tür gruplara imtiyazlı ‘grup hakları’nın verilmesini doğru bulmazlar. Eğer cumhuriyetçi devlet tarafsızlık idealine sadık kalacaksa, azınlık gruplarına özel haklar tanınamayacağını ileri sürerler. Cumhuriyetçilerin öncelikleri, grup-merkezli çokkültürlülük ilkelerinin ötesinde bireysel haklara saygı temelinde çoğunluğun idaresine, yani bir tür çeşitlilik-üstü-bütünlüğe dayanır. Ancak, günümüzde Fransız cumhuriyetçi idealin asimilasyoncu bir hale büründüğü söylenebilir. Fransız uygarlık projesi, kültürel, dinsel ve ulusal açıdan farklı olan yabancıları dil, laiklik, modernizm, devlet-merkezcilik, batı-merkezli evrenselcilik ve akılcılık yoluyla asimile eden bir yurttaşlık modeli olduğu yönünde önemli eleştirilere maruz kalmaktadır. Fransız Cumhuriyetçi geleneği ile Türk Cumhuriyetçi geleneği arasındaki paralellikleri yeniden sıralamaya gerek yoktur sanırım. Farklılıkları homojenleştiren, tek tip siyasal yurttaş yaratmayı amaç edinen, yer yer asimilasyonist ve yer yer segregasyonist cumhuriyetçi anlayış bugün itibarıyla her iki ülkede de önemli tehditlerle karşı karşıyadır. İlerleyen sayfalarda Avrupa Birliği entegrasyon sürecinde bu konuya yeniden dönülecektir.
Öte yandan çokkültürcülük anlayışı ise daha çok ‘çeşitlilik-içinde-bütünlük’ (unity-in-diversity) şeklinde formüle edilebilir. Bu anlayış, azınlık gruplarına kolektif hakların verilmesinin, söz konusu azınlık grubun üyelerinin bireysel özgürlüklere ulaşabilmeleri açısından önemli olduğunu iddia eder. Son yıllarda özellikle Batılı ülkelerde ideolojik açıdan farklı yerlerde duran pek çok grup tarafından eleştirilen çokkültürcülüğün daha ayrıntılı bir değerlendirmesini yapmakta fayda var. Amerika Birleşik Devletleri’nde Arthur M. Schlesinger ve Almanya’da Wilhelm Heitmeyer gibi diğer ülkelerin muhafazakârları da, kültürel ve etnik farklılıkların kamusal alanda fazlasıyla görünür hale gelmesini ulusal bütünlüğe bir tehdit olarak algılamışlardır. Çokkültürcülük, onlara göre, bölünme riski taşıyan bir anlayıştır ve ivedilikle bu anlayıştan vazgeçilmelidir. Öte yandan, daha liberal ve özgürlükçü eğilime sahip düşünürler de çokkültürcülüğe ilişkin kendi eleştirilerini getirmektedirler. Aşağıda daha ayrıntılı bir şekilde anlatılacak olan bu görüşün temsilcileri, çokkültürcülüğü neo-milliyetçi bir yönetsellik aygıtı olarak değerlendirirler ve gruplar arasındaki etno-kültürel sınırları mutlaklaştırma riski taşıdığını ifade ederler. Çokkültürcülüğe ilişkin muhafazakârlardan gelen eleştirilerin kaynaklandığı noktaları anlamak çok kolay olsa gerek. Devlet merkezli, milliyetçi, etnosentrik ve asimilasyonist bir takım kaygılarla dile getirilen bu tür eleştiriler üzerinde durmak çok anlamlı olmasa gerek. Ancak liberallerden ve özgürlükçülerden gelen eleştirilerin gerekçelerini anlamak gerekiyor.
III. Çokkültürcülüğün Eleştirisi +
Bu bölüme iki farklı kavramsallaştırmaya işaret ederek başlamak istiyorum: çokkültürlülük ve çokkültürcülük. Bu iki kavram arasında belirgin bir fark olduğu söylenilebilir. Çokkültürlülük(multiculturalität), bir olgu veya vaka olarak farklı kültürlerin biraradalığına işaret eden antropolojik/sosyolojik bir kavram olarak kullanılırken, çokkültürcülük (multiculturalism) kavramı ise merkezi veya yerel siyasal iktidar tarafından uygulamaya konan bir ideoloji olarak kullanılabilmektedir. Bu ayrım, ‘bir olgu olarak çokkültürlülük’ ile ‘bir siyasal ideoloji olarak çokkültürcülük’ arasındaki farkın altını çizmesi açısından oldukça anlamlıdır. Ortaya çıktığı şekliyle çokkültürcülük ideolojisi, komüniter yaklaşımın bir ürünüdür. Çokkültürcülük ideolojisi de yurttaşlık ideolojisi gibi, ulus-devlet düzenini korumayı amaçlayan yeni tarz bir milliyetçiliktir (Kaya, 1999). Batıdaki şekliyle çokkültürcülük ideolojisi, önceden var olan ‘kültürleştirme’ (culturalisation) sürecini derinleştirmektedir. Bu süreç, etnik azınlıkların varlıklarının sadece folklorik açıdan kabul edilmesine, öte yandan bölüşüm ve paylaşım süreçlerinde dikkate alınmamasına yol açan bir süreçtir. Özellikle etnik azınlıkların maruz kaldıkları toplumsal eşitsizliğin yok sayılmasına yol açan ‘kültürleştirme’ tarzı yaklaşımlar, Batı Avrupa’da son dönemde yaygınlık kazanmıştır. Bu yaklaşım toplumsal eşitsizlik, dışlanma, ayrımcılık, ırkçılık ve diğer sınıfsal farklılıkların kültürel farklılıklara indirgenmesi sonucunu beraberinde getirir. Bu açıdan bakıldığında, Batı Avrupa’da var olan ‘çokkültürcülük’ ideolojisinin, toplumsal eşitsizliği kültürel farklılıkların bir sonucu olarak göstermeyi amaçladığı sonucuna ulaşmak mümkün olabilir.
Batılı olmayan kültürlerin bu tarz ‘çokkültürcülük’ ideolojisi çerçevesinde oluşturulan kuruluşlarda temsil edilmesi, bir anlamda bu kültürler ile ‘ev sahibi’ kültürler arasında yer aldığı varsayılan sınırların daha da derinleşmesine neden olur. Çokkültürcülük ideolojisi, kültürleri, birbirleriyle ilişkisi olmayan kompartımanlar şeklinde değerlendirir. Kültürleri kendi içlerinde birer bütün olan ve değişmeyen yapılar olarak değerlendiren çokkültürcülük ideolojisi, ayrıca kültürleri etnik gruplara ait birer meta olarak algılar. Bu şekilde yaklaşıldığında, etnik azınlık kültürlerinin folklorik niteliklerini ön plana çıkaran ‘çokkültürcülük’ anlatısının, önemli olumsuzlukları beraberinde taşıdığını görmek mümkün.
Çokkültürcülük anlatısının genellikle ‘olumlu’ bir uygulama olarak algılandığını söyleyen Amerikalı felsefeci John Russon, aslında çokkültürcülük ideolojisini yansıtan platformların ‘öteki’ kültürleri bireyin gözünde daha da ‘ötekileştirdiğini’ ve hatta ‘egzotik’ kıldığını anlatmaktadır.
Bugüne değin, kamusal alan ile özel alan arasına konulan sınırlar sürekli olarak çoğunlukların azınlıklar üzerinde kurmaya çalıştıkları hegemonyayı sağlamlaştırmıştır. Diğer kültürlerle etkileşimde bulunmayan kültürler değişimden uzak kalırlar. Bu nedenle çokkültürcülük ideolojisi burada önemli açmazlarla karşılaşır. Bu açmazlardan biri azınlık kültürlerinin hemen hiç değişmeden folklorik birer kültürel miras olarak kalmaları tehlikesidir. Diğer bir açmaz ise, azınlık ve çoğunluk kültürleri arasındaki iktidar ilişkisinin artarak devam etmesidir.
Çokkültürcülük ideolojisi, bireylerin kendilerini özgür bir şekilde ifade ediyor olma hissine kapılmalarını sağlar. Buna karşın, bireylerin politik ve ekonomik düzeyde üretim ve bölüşüm ilişkilerinde bir değişime gitme yönündeki taleplerinin önüne geçer. Diğer bir deyişle, çokkültürcülük ideolojisi insanlara siyasal haklar değil kendilerini kültürel açıdan ‘özgürce’ ifade edebilecekleri alanlar sağlar. Almanya’da yaşayan Türk azınlık gibi batıdaki etnik azınlıklar, günümüzde, çoğunluk toplumu karşısında siyasal mücadele yapmak yerine kültürel mücadele yapmaya daha fazla önem vermektedirler. Bunu yaparken de adeta toplumsal gerilim noktalarını azaltmaya çalışan ve var olan ulus-devlet düzenini korumayı amaçlayan yeni tarz bir milliyetçilik olan çokkültürcülük ideolojisinin dümen suyuna girmiş gibidirler. Bu ideolojinin dümen suyuna giren azınlıklar, kendilerini içinde bulundukları yapısal dışlanmışlıktan kurtarmak için çalışmak yerine, devletin azınlıkların kamusal alanda temsil edilmeleri için ayırdığı kaynaklardan pay alabilmek amacıyla bütün enerjilerini bu yöne aktarma eğilimi gösterirler. Bu açıdan bakıldığında, çokkültürcülük uygulaması liberalizmin öngördüğü ‘çıkar grubu çoğulculuğu’ ile özdeş bir karakter sergiler.
Özetlemek gerekirse, çokkültürcülük, batıda 20. yüzyılın son çeyreğinde en popüler söylemlerden biri haline gelmiştir. Çokkültürcülük ideolojisi, azınlık kültürlerine kimliklerini müzik, festival, sergi, konferans v.b gibi etkinliklerle ifade edebilecekleri bazı platformlar sağlamayı amaçlar. Fakat çokkültürcü görüş son dönemlerde M. Russon, O. Radtke, R. Rosaldo ve A. Kaya gibi pek çok akademisyen tarafından eleştirilmektedir. Aslında, batılı-olmayan çeşitli kültürlerin müzik, plastik sanatlar ve seminerler aracılığıyla temsil edilmesi ‘batı ve geri kalanı’ şeklindeki sınıflandırmanın pekiştirilmesinden başka birşey değildir. Bu ‘egzotik ötekilerin’ kültürel oluşumlarının çokkültürlü alanlarda temsili, ‘ayrık’ olduğu söylenen kültürler arasındaki sınırları derinleştirir. Çokkültürcülük ideolojisi kültürleri bölümlere ayırma eğilimindedir. Bunun yanı sıra, kültürleri etnik gruplara bağlı, kendi içinde tutarlı, birleşik ve yapısal bütünlükler olarak kabul eder. Çokkültürcülük, kültür kavramını bir etnik grubun mülkiyeti olarak tözselleştirerek, kültürleri bağımsız birimler olarak şeyleştirme ve farklılıkları aşırı vurgulama riskini taşır.
IV. Kültürlerarasılık +
Sonuç +
Yurttaşlık konusu, özellikle yüzyılın son çeyreğinde yoğunluklu bir şekilde tartışılır hale gelmiştir. Bu tartışmanın yükselmesinin nedenleri, hızla artan küreselleşme rüzgârları, modern ulus-devletin maruz kaldığı merkezkaç kuvvetlerin sayıca artması ve kapitalizmin değişen dinamikleridir. Hızla örgütlenen ulus-ötesi yargı sistemleri (Avrupa Adalet Divanı, Uluslararası Tahkim Yasası vb.), uluslararası iş piyasası, evrensel insan haklarına saygı ve küresel ekolojik sisteme karşı sorumluluk gibi inisiyatifler, ulusal yurttaşların tabi oldukları modern ulus-devletin sınırlarını belirsizleştirmiştir. Bu nedenle, ulus-devlet birimleri artık kendi sınırları içinde yaşayan insanları mutlak bir iktidar ile yönetmeye muktedir değildirler. Bu küresel ölçekli sosyal değişimler karşısında pek değişmeyen ulusal yurttaşlık kurumu, günümüz toplumlarının medeni, siyasal, sosyal, kültürel ve ekonomik ihtiyaçlarına yanıt vermekten uzaktır. Sözgelimi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında batıya göç eden işçilerin kapitalist sisteme dâhil edilmeleri, tikelci ve ‘ötekini’ dışlayan ulusal yurttaşlık yasalarının uygulanmaya konması nedeniyle, büyük ölçüde gerçekleşememiştir. Burada sorulması gereken, kadınlardan eşcinsellere, fiziksel özürlülerden etnik azınlıklara kadar pek çok azınlık grubunu siyasal-kamusal alana dâhil etmek için neler yapılabileceğidir. Bu soruyu yanıtlayabilmek için iki farklı paradigmadan faydalanılmaktadır: neo-liberalizm ve komüniter yaklaşım. Neo-liberalizm yaklaşımından faydalanılması halinde, sosyal ve siyasal alanın yeni aktörleri (etnik ve kültürel azınlıklar) birbirinden bağımsız bireyler olarak değerlendirilmek zorundayken, komüniter yaklaşımın kullanılması halinde ise bu yeni aktörler gruplar halinde değerlendirileceklerdir. Ancak, önemli arazları olduğunu söylediğim bu her iki yaklaşımın içine düştüğü açmazlardan kurtulmanın yollarını aramamız gerekiyor.
Marshall’ın medeni, siyasal ve sosyal olmak üzere üç eksende oluştuğunu öne sürdüğü modern yurttaşlık kurumuna, günümüzde bir eksenin daha dâhil edilmesi gerektiği Tom Bottomore gibi pek çok yazar ve siyasetçi tarafından dile getirilmiştir. Kültürel haklar ekseni şeklinde adlandırabileceğimiz bu eksen, son yıllarda yoğun olarak gündeme getirilmiştir. Çokkültürlülük tartışmaları bu çerçevede ele alınabilir. Kültürel eksenin de yurttaşlık matrisine dâhil edilmesiyle, modernitenin getirdiği aynılaşma, homojenleşme, akültürasyon ve asimilasyon gibi olguların hükmünü yitirmeye başladığını görürüz. Bu kavramların yerini farklılık, heterojenlik, çokkültürcülük ve entegrasyon türü kavramlar almıştır. Ancak yaşanan gelişmeler, kültür eksenine gerek batılı ulus-devletler, gerek bu ülkelerde yaşayan azınlıklar tarafından belki de gereğinden fazla yatırım yapıldığını göstermektedir. Kültürelizm ve tözcülüğe yol açan bu yeni ideolojik eğilim -çokkültürcülük-, var olan yapısal ve sınıfsal farklılıkların giderek artmasına ve dezavantajlı yeni grupların (altsınıf) yaratılmasına neden olmaktadır.
Küreselleşme söylemiyle daha da derinleştirilen bu ekonomik sorunlar yumağı, medeni, siyasal, sosyal ve kültürel eksenler dışında beşinci bir eksenin yurttaşlık kurumuna dahil edilmesini gerektirmektedir:ekonomik haklar ekseni. Ekonomik haklar ekseni, özellikle toplumun alt katmanlarında bulunan bireylerin ekonomik haklarının güvence altına alınmasını sağlamak amacıyla oluşturulmalıdır.
Modern toplumun temel dayanağı olan ‘güven’ kurumunun tahsis edilmesinde birincil ödev devlete düşmektedir. Ancak, bunun yapılabilmesi için bazı önemli anayasal engellerin bir an önce ortadan kaldırılması gerekmektedir. Bilindiği üzere, anayasalar, devletin gücünü sınırlayan, bireyin hak ve özgürlüklerini tanımlayan, iktidarın tek elde toplanmasını engelleyen, çoğulculuğu benimseyen ve hukukun üstünlüğünü savunan toplumsal sözleşme metinleridir. Ancak, halen yürürlükte bulunan 1982 Anayasası, devletin gücünü sınırlayacak yerde hak ve özgürlükleri sınırlamış ve bunları âdeta istisnalar haline getirmiş, halka güvensizliği ruhuna içselleştirmiş, yargı birliğini ve bağımsızlığını örselemiştir. Dolayısıyla, Türkiye’de ‘güven’ kurumunun tahsis edilebilmesi için var olan bu anayasal açmazların giderilmesi ve siyasal (kamusal) eksende, bireysel hak ve ödevlere vurgu yapılarak, yurttaşlık kurumunun ön plana çıkarılması gerekmektedir. Türkiye’de yoksul ile varsıl arasında hızla artan eşitsizlik sorunu bu yolla çözümlenebilir ve ‘yoksulluk okyanusları üzerine refah adalarının inşa edilmesi’ kısmen engellenebilir. 2001 yılından bu yana Ulusal Program çerçevesinde yapılan anayasal ve yasal değişiklikler bu yönde atılan önemli adımlardır.
Görünen o ki, 1999 Helsinki Zirvesi ile derinleşerek ve genişleyerek ilerleyen demokratikleşme dalgası Türkiye’nin önüne yeni bazı açılımlar sunacaktır. Azınlıkları, farklılıkları, çeşitliliği, dinsellikleri ‘ulusal güvenliğe’ karşı bir tehdit olarak algılamayan, toplum içi diyaloğu ön planda tutan, katı ve aynılaştırıcı Cumhuriyetçi yurttaşlık anlayışı ile birlikte bütünlüğü belli ölçüde göz ardı edebilen Çokkültürcü modelin ötesinde alternatif bir yurttaşlık modeli geliştirmeye çalışan ve 19. yüzyılın sonlarından buyana içine gömüldüğü ‘güvenlik’ söyleminden kurtulabilen Türkiye kendi bölgesi için ve dünya için gelecekte önemli bir model oluşturabilir.
Kaynakça +
Üstel, Füsun (2004). Makbul Vatandaşın Peşinde: II: Meşrutiyetten Bugüne Vatandaşlık Eğitimi. İstanbul: İletişim, 2004.
Kaya, Ayhan ve Ferhat Kentel (2005). Euro-Türkler: Türkiye ve AB Arasında Köprü mü, Engel mi? Istanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Kaya, Ayhan (1999). ‘Türk Diasporasında Etnik Stratejiler ve ‘Çok-KÜLT-ürlülük’ İdeolojisi: Berlin Türkleri’, Toplum ve Bilim, No. 82 (Güz).
İlgili Web Siteleri +
http://www.migrapolis-deutschland.de/index.php?id=1054
http://www.sde.org.tr/userfiles/file/AVRUPANIN%20KENDINE%20DONEN%20SILAHI.pdf