3.6 Küreselleşme, Avrupa Birliği, Türkiye
E. Fuat Keyman
Giriş +
Bu bölümde, küreselleşme süreci temelinde Avrupa Birliği bütünleşme sürecine yaklaşacağız. Ve son kısımda da, Türkiye-Avrupa Birliği (AB) ilişkilerine ve bu ilişkilerin bugün gerekli olan yeniden-canlandırılması gerekliliğine, küreselleşme süreçleri ışığında yaklaşacağız. Şüphesiz ki, Avrupa Birliği, her şeyden önce devletler-arası bir bölgesel bütünleşme süreci ve bu bütünleşme ağırlıklı olarak kurumlar temelinde oluyor. Devletler-arası bütünleşme ilişkilerini kurmak, canlandırmak, düzenlemek ve sürdürmek için, kurumlar gerekli ve AB’de, bu kitap da görüldüğü gibi, özünde, “kurumsal bir bütünleşme” süreci. Dolayısıyla, kurumlar ve Avrupa Konseyi, Avrupa parlamentosu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, vb. kurumları çalışmak, Avrupa Birliği bütünleşme sürecini anlamak için önemli. Bu süreç, aynı zamanda, bütünleşme üzerine liderlerin gösterdikleri irade, yaptıkları çaba ve aldıkları kararlar temelinde bu güne kadar işledi. Liderlerin iradeleri ve çabaları olmasaydı, belki bugünlere AB gelemeyecekti.
Hiç unutmayalım ve aşağıda göreceğimiz gibi, AB, bugüne kadar dünyanın gördüğü en kapsamlı, en derin ve en başarılı “bölgesel bütünleşme” örneği ve bu süreç de liderler de önemli.
Ama liderler kararlarını ülkelerindeki, bölgelerindeki ve özellikle, dünyadaki gelişmelerden bağımsız almıyorlar. Kurulan kurumlar, dünyadaki bu gelişmelerden bağımsız kurulmuyorlar. Aksine, özellikle dünya ölçeğindeki gelişmeler, liderlerin kararlarını, kurumların işleyişini, yeni kurumların kurulmasını ya da kurumların krize girmelerini belirleyebiliyor. Dahası, dünyadaki gelişmeleri doğru okuyan liderler başarılı olurken, dünyadaki gelişmelere doğru yanıtları verebilen kurumlar etkili olurken, aksi yönde karar alan ya da hareket eden liderler ve kurumlar, başarısız olabiliyor, hatta geçerliliklerini kaybedebiliyorlar. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, savaş sonrası koşullar temelinde kurulan Birleşmiş Milletler ve NATO, bugünün dünyasının niteliklerine göre kendilerini reform etmek istiyorlar.
Benzer şekilde, şu soruyu da sorabiliriz; eğer İkinci Dünya Savaşı ve 1950’de başlayan Soğuk Savaş olmasaydı, AB süreci başlayabilir miydi?
Bu anlamda da, kurumlar ve liderler gibi, dünya ölçeği ya da dünya bağlamı dediğimiz, dünyanın, dünya siyasetinin ve uluslararası ilişkilerin tarihsel koşulları ve nitelikleri de, AB sürecini anlamamız da, önemli bir “veri”, bir “çözümleme birimi” olarak hesaba katılmalıdır.
Avrupa Birliği bütünleşme süreci, dünya tarihsel bağlamından bağımsız değildir; hatta bu sürecin gelişimi, dünya tarihsel bağlamına verilen yanıtlar tarihidir de. AB için atılan ilk adımlar, 1950–1989 Soğuk Savaş dünya bağlamına verilen yanıtlar olarak düşünülebilir. Kopenhag siyasi kriterleri, Soğuk Savaş sonrası dönemde, Sovyetler Birliği’nin etkisi altında kalan Doğu ve Kıta Avrupa ülkelerinin demokrasiye geçmeleri için gerekli kriterler olarak düşünülebilir. Avro’ya geçiş, 1990’lardan sonra giderek yaygınlaşan ve derinleşen serbest pazar temelli küresel ekonomiye bir yanıt olarak düşünülebilir. Aynı şekilde bugün, İrlanda, Yunanistan, Portekiz ve İspanya temelinde yaşanan ve tüm Avrupa’ya yayılmasından korkulan mali durgunluk ve işsizlik krizi de 2008’den bugüne yaygınlaşan küresel ekonomik krize AB ülkelerinin gerekli yanıtı verememesi olarak düşünülebilir.
Bu bölümde, küreselleşme dediğimiz dünya tarihsel bağlamı temelinde, ilk önce AB sürecine sonra da örnek olay olarak, Türkiye-AB ilişkilerinin yeniden-canlandırılması gerekliliğine bakacağız. Bunu yaparken de, ilk önce, kısaca, AB süreci ve Türkiye-AB ilişkilerinin kısa bir tarihçesini sunacağız. Sonra, AB’yi anlamak için çok önemli olan küreselleşme-bölgeselleşme ilişkisine bakacağız ve son olarak da, Türkiye-AB ilişkileri üzerinde yoğunlaşacağız.
I. Avrupa Birliği ve Türkiye-AB ilişkileri; Kısa Bir Betimleme +
İkinci Dünya Savaşı’nın sonrasında kıtada kalıcı barışı sağlamak ve daha güvenli bir Avrupa düşüncesiyle altı kurucu ülke (Batı Almanya, Fransa, İtalya, Hollanda, Belçika ve Luxemburg) kömür ve çelik üretiminde alınan kararları bağımsız ve uluslar-üstü bir işletme mekanizması altında birleştirmek amacıyla antlaşma imzaladı. Schuman Planı neticesinde 1951 yılında kurucu altı üyenin imzaladığı bu antlaşmayla Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu (AKÇT) kuruldu. 1957 yılında ekonomi topluluğunun kurulması ve işbirliğinin artırılması amacıyla imzalanan Roma Antlaşması neticesinde malların, işgücünün, hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaştığı bir ortak pazarın kurulması amacıyla Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ve nükleer enerjinin barışçıl sebeplerle ve güvenli biçimde kullanılmasını sağlamak amacıyla Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (AAET) kuruldu.
Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun kurulması sonrası, Yunanistan ve Türkiye 1959 yılında üyelik başvurusunda bulundu. 12 Eylül 1963 tarihinde Türkiye Ankara Antlaşması’nı imzaladı. Bu Antlaşmayla tam üyelik yolunda gümrük birliğinin sağlanması amacıyla ekonomik hedefler üç aşamalı olarak belirlendi. Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu, Avrupa Ekonomik Topluluğu ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu 1965 yılında Füzyon Antlaşması ile Avrupa Topluluğu adıyla tek bir Konsey ve Komisyon çatısı altında birleştirildi. 1970 yılında Ankara Antlaşması’na eklenen ve geçiş süreci tarihini erteleyen Ek Protokol 1971 yılında TBMM tarafınca imzalandı.
1973 yılında ilk genişleme dalgası neticesinde İngiltere, Danimarka ve İrlanda topluluğa katıldı. 1974 yılında tam üyelik başvurusunda bulunan Yunanistan 1981 yılında ve İspanya ve Portekiz 1986 yılında topluluğa katıldı. Aynı yıl, tek pazar oluşturma hedefiyle Avrupa Tek Senedi imzalandı.
Kıbrıs sorunu, göç meselesi ve diğer çeşitli sebeplerle Türkiye’nin Ortak Pazar yolunda geçiş süreci 1995 yılında tamamlanabildi. Ekim 1978’de Ecevit hükümeti bir yıl süreyle Türkiye’nin Protokol yükümlülüklerini askıya aldı. 1980 darbesi Türkiye’de demokrasi konusunda sorulara sebep olurken 1987 yılında Özal hükümeti tam üyelik yolunda topluluğa resmi başvuruda bulundu ve Komisyon başvuru konusunda düşüncesini yayınladı.
Sovyetlerin dağılması sonrası Türkiye final aşamasını tamamladı ve Gümrük Birliği’ne girdi. 7 Şubat 1993 tarihinde imzalanan Maastricht Antlaşması ile üç sütunlu Avrupa Birliği yapısı oluşturuldu. Siyasi, ekonomik ve kurumsal konularda aday ülkelerin AB’ye katılımı için Kopenhag Kriteri bu Antlaşma ile belirlendi. 1995 yılında, Avusturya, Finlandiya İsveç'in katılımıyla, Avrupa Birliği'nin üye sayısı on beşe yükseldi ve Avrupa Para Enstitüsü kuruldu ve ortak para birimi olarak Avro on iki ülkede kullanıma girdi.
Türkiye’nin olası AB üyeliği yolunda Luxemburg Toplantısı önemli bir engel teşkil etti. Toplantıda imzalanan ortak deklarasyon Türkiye’nin Avrupalı ve medeni bir ülke olmadığı belirtildi. Ajanda 2000 dokümanıyla Doğu Avrupa ülkelerinin üyeliğine hazırlanan ve Güney Kısmı Rum Kesimi’ne de üyelikte öncelik veren Birlik’in Türkiye’yi saf dışı bırakması sebebiyle Türkiye hükümeti AB ile ilişkilerini dondurdu. 10 Aralık 1999 Helsinki Toplantısı’nda ise Türkiye’ye diğer on ülkeyle birlikte aday ülke statüsü verildi.
Mart 2001 tarihinde Türkiye’nin AB katılım sürecinin yol haritası olan “AB - Türkiye Katılım Ortaklığı Belgesi’ni kabul edildi. Nice Toplantısı’nda Türkiye’nin üyelik sürecinde tamamlaması gereken siyasi reformlar kabul edildi. Bu reformlar 2001 yılında Türkiye Anayasası’na alındı ve bu gelişmeler Türkiye’nin Gelişme Raporu’na yansıdı.
2002 yılında gerçekleşen Kopenhag Toplantısı’nda devlet ve hükümet liderleri, siyasi düzeyde Kopenhag Kriterlerinin uygulanması ve otuz beş başlığın kapanması sonrası tahmini olarak 2014 yılında kabulü üzerine Türkiye’nin aday ülke statüsünü kabul etti.
2004 yılında, AB tarihindeki en büyük genişleme dalgası gerçekleşti ve 10 yeni ülke (GKRY, Malta, Çek Cumhuriyeti, Estonya, Letonya, Litvanya, Macaristan, Polonya, Slovakya ve Slovenya) Birlik'e katıldı. AB'nin son genişleme dalgası ise 2007 yılında, Bulgaristan ve Romanya'nın katılımıyla gerçekleşti. 17 Aralık 2004 tarihinde Avrupa Birliği Konseyi, Türkiye ile üyelik görüşmelerini başlatma kararını aldı ve 3 Ekim 2005 tarihinde Müzakere Çerçeve Belgesi kabul edilerek Türkiye’nin AB’ye katılım müzakereleri ve tarama süreci resmen başladı. 13 Aralık 2007 tarihinde Lizbon Antlaşması imzalandı ve iki yıl sonra yürürlüğe girdi. Antlaşma daha demokratik ve etkili AB için karar alma mekanizmalarını iyileştirilmesini hedefledi ve Avrupa Topluluğu'nu kuran Antlaşmanın adı "Avrupa Birliği'nin İşleyişi Hakkında Antlaşma" olarak değiştirildi.
Tüm bu yukarıda kısaca betimlediğimiz gelişmeler, dünya tarihsel bağlamından bağımsız değiller. Bu bağlam, en genel düzeyde, 1950–1989 Soğuk Savaş dünya tarihsel bağlamı ve 1990 bugün küresel dünya tarihsel bağlamı olarak düşünülebilir. Aşağıda, küreselleşmeden ne anlamamız gerektiğine ve bu temelde, AB ye nasıl yaklaşabilir sorularına eğileceğiz.
II. Küreselleşen Dünya +
Küreselleşme, günümüzde üzerinde en çok tartışılan kavramlardan birisidir. Bunun nedeni, dünyada son yıllarda yaşanan önemli değişimlerin ülkeler düzeyinde siyasal, toplumsal, ekonomik, kültürel alanlarda dönüşümler yaratmasıdır. Bu değişim sürecini anlamlandırabilmek için kullanılan kavram, küreselleşmedir. Bugün küreselleşme kavramını kullanmadan, siyasal, ekonomik, toplumsal ve kültürel değişimden ve dönüşümden söz etmek olanaklı değildir.
Küreselleşme dediğimiz zaman, özellikle 1980’lerden günümüze devletler, ekonomiler, kültürler, hatta bireyler arasındaki karşılıklı bağımlılık ilişkilerinde yaşanan yaygınlaşma, derinleşme ve hızlanma olgusundan söz ediyoruz. Kuşkusuz dünya tarihi içinde her zaman siyasal, toplumsal, ekonomik ve kültürel alanlarda ülkelerin sınırlarını aşan karşılıklı ilişkiler söz konusuydu. Dünya her zaman bir değişim içindeydi ve yaşanan değişimin her zaman bir küreselleşme boyutu vardı.
Ancak günümüzde küreselleşmeden söz ederken, ülkelerarası karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin çok daha yoğunlaşmasını ve iç içe geçmesini anlıyoruz. Yoğunlaşma ve iç içe geçme, küreselleşmenin ülkeler üzerinde yarattığı etkilerde yaşadığımız yaygınlaşma, derinleşme ve daha da önemlisi hızlanma olgularını içeriyor. Yaygınlaşma, dünyanın herhangi bir yerinde olan bir gelişmenin, dünyanın diğer bölgelerinde de ciddi etkiler ve sonuçlar yaratması anlamına geliyor.
Dünyanın bir bölgesinde oluşan ekonomik kriz, siyasal çatışma ya da terör eylemi, dünyanın bir başka bölgesinde de işsizlik, göç, güvensizlik ya da istikrarsızlık sorunu yaratıyor. Derinleşme, bu yaygınlaşma sürecinin yarattığı etkilerin güçlü bir şekilde hissedilmesini ve yaşanmasını ifade ediyor. Örneğin, iklim değişikliği, ekonomik kriz, kuş gribi gibi salgın hastalıklar ya da terör eylemleri, dünyanın bir bölgesinde ortaya çıkan bir sorunun, diğer bölgeleri de yaygın ve derin bir şekilde etkilemesinin aydınlatıcı örnekleridir.
Hızlanma ise, yaygınlaşma ve derinleşme sürecinin ve yarattığı etkilerin, artık çok hızlı bir biçimde yaşanması anlamına geliyor. Örneğin, Japonya’da ya da Kenya’da ya da Şili’de yaşayan bir arkadaşımıza attığımız e-postanın birkaç saniye içinde karşı tarafa ulaşmasının ya da MSN Messenger, ICQ veya G-Talk gibi çeşitli sohbet yazılımları sayesinde binlerce kilometre uzaklıktaki insanlara, anlık ileti gönderebilmemizin de ortaya koyduğu gibi, ritmi çok hızlı olan bir dünyada yaşıyoruz. Bu değişimin ülkeler üzerindeki etkileri de çok hızlı ve güçlü oluyor. Bu anlamda, küreselleşme süreci içinde bugün yeni ve önemli olan, dünyanın değişiminin ve ülkelerin bu değişime bağlı olarak yaşadıkları dönüşümün içerdiği yaygınlık, derinlik ve hız nitelikleridir.
Bu nitelikleri iletişim ve bilişimde, ekonomi alanında ve bölgesel bütünleşme çabalarında görüyoruz. Öte yandan günümüzde göç, terör, yoksulluk ya da çevre gibi önemli sorunların da küreselleşmesine tanık oluyoruz. Bu yönüyle küreselleşme, devletlerarası ilişkileri olduğu kadar gündelik yaşantımızı da etkileyen bir olgu olarak ortaya çıkıyor.
Yukarıda verilen bilgiler ışığında küreselleşmenin hem olumlu hem de olumsuz etkilere sahip olduğunu söylemek mümkündür. Bir yandan, özellikle iletişim, bilişim ve ekonomi alanlarında dünyamız küçülmekte ve küresel bir köye dönüşmektedir. Diğer yandan da küreselleşme, gelişmiş ülkeleri ve zengin insanları daha zengin, az gelişmiş ülkeleri ve yoksul insanları daha yoksul hale getirmektedir. Ayrıca, küreselleşme sürecinde, dinsel ve etnik kimlik temelli çatışmalar için yeni bir manevra alanı doğmakta ve özellikle terörist faaliyetler küresel bir nitelik kazanmaktadır. Diğer bir deyişle küreselleşme, yaşadığımız dünyayı zaman zaman küresel bir risk toplumuna* dönüştürmektedir. Bu durum ise, “küreselleşme yanlısı olanlar”, “küreselleşmeye kuşkuyla bakanlar” ve küreselleşmenin olumsuzluklarına karşı mücadele ederek “küreselleşmeyi daha insani, adaletli ve demokratik bir yapıya dönüştürmeye çalışanlar” gibi farklı küreselleşme yaklaşımlarını ve siyasetlerini ortaya çıkarmaktadır.
Küreselleşme sürecinin önemli sonuçlarından biri de bölgeselleşme olgusunda yaşanmaktadır. Bölgeselleşme, en genel anlatımıyla birbirlerine coğrafi olarak yakın ülkelerin girdikleri iş birliği ilişkileridir. Ülkelerin, özellikle ekonomik alanda ve ticaret ilişkilerinde kurdukları iş birliği sonucunda ortaya çıkan karşılıklı yarara ve kazanca dayalı bölgesel iş birliği, yani bölgeselleşme süreci, bugün en somut olarak yaşanan küreselleşme biçimini yaratmıştır. 1990’lı yıllardan günümüze, küreselleşen dünya ekonomisi içinde, ülkeler ekonomik krizlere ve dalgalanmalara karşı kendi ekonomilerini korumak için tek başlarına hareket etmek yerine, iş birliğine gitmeyi tercih etmektedirler.
Küreselleşmenin bugün aldığı biçim olarak bölgeselleşme süreci, tek boyutlu bir süreç değildir. Bugün en az üç önemli bölgesel iş birliği biçiminden söz edilebilir:
- Bölgesel diyalog;
- Bölgesel iş birliği ve
- Bölgesel bütünleşme.
Bu iş birliği biçimleri arasındaki ortak nokta, hepsinin ekonomik alanda ve ticaret ilişkilerinde serbestleştirme getirmesi ve karşılıklı kazanca dayalı ağlar yaratmasıdır. Aralarındaki fark ise, bu iş birliğinin siyasal ve hukuksal anlamda ne kadar derin ve güçlü olduğuyla ilgilidir.
Bölgesel diyalogun günümüz dünyasındaki en önemli örneği, Güney Asya ve Pasifik ülkeleri arasında gerçekleşen, APEC olarak bildiğimiz, Asya-Pasifik Ekonomik İşbirliği’dir. Bu iş birliğinin amacı, üye ülkeler arasında sadece ticaret alanında iş birliğini artırmaktır. APEC’i karşılıklı ticaret temelli serbestlik ilişkisi üzerinde gerçekleştirilen, yani çok derin olmayan esnek, bölgesel bir diyalog olarak tanımlayabiliriz. Buna karşılık, Amerika Birleşik Devletleri, Meksika ve Kanada arasındaki ticaret iş birliğini kuran Kuzey Amerika Serbest Ticaret Birliği (NAFTA), daha güçlü bir bölgesel iş birliğidir. NAFTA, sadece serbest ticaret değil, istihdam, hizmet alma ve yatırım alanlarında da iş birliğine dayanmaktadır. Dolayısıyla, bu alanlarla ilgili idari ve hukuksal iş birliğini de içermektedir.
Bölgesel bütünleşme ise, en derin ve en güçlü iş birliği biçimidir. Bu yaklaşımı bugün Türkiye’nin de tam üyelik için aday olduğu, Avrupa ülkelerinin çoğunu kapsayan, AB içinde görüyoruz. Avrupa Birliği, İkinci Dünya Savaşı sonrası, yıkılan Avrupa’nın yeniden bölgesel olarak kalkınmasını, savaşın yıkıcı etkilerinden kısa sürede kurtulmasını ve olası yeni bir savaş riskini engellemeyi amaçlayan, ülkeler arasındaki iş birliğini ve karşılıklı bağımlılığı artırmayı hedefleyen bir bölgesel iş birliği projesi olarak ortaya çıkmıştır. Ekonomik bütünleşme ile başlayan AB projesi, nihai olarak siyasal bütünleşmeyi de hedeflemektedir. Nihai amaç, AB’ye üye ülkeler arasında idari, siyasal ve hukuksal alanlarda bütünleşmeyi sağlamak olduğu için, gerçekleştirilmesi zor ve sıkıntılı bir bölgesel iş birliği biçimidir. Çünkü bütün üye ülkeler ulusal sistemlerini, diğer üye ülkelerle uyumlu kılmak zorundadırlar.
AB bütünleşme sürecine, bölgesel bütünleşme yoluyla küreselleşen dünyaya ve bu dünyanın niteliklerine ve meydan okumalarına yanıt vermek girişimi olarak yaklaşırsak, aşağıdaki tarihsel gelişme aşamalarını görebiliriz;
- 1950–1990 Soğuk Savaş bağlamı; hem savaştan çok ağır insani, fiziki altyapı ve ekonomik zarar ve tahriple çıkmış Avrupa’nın yeniden-inşası, hem de, Sovyetler Birliğinin yayılmacı politikalarına karşı Avrupa’yı korumak temeli, AB süreci başlıyor. Ekonomik alanlarda işbirliğinin barış ve güvenliği getireceği düşüncesi, sanayileşmenin iki ana alanı kömür ve çelik de işbirliği temelinde Avrupa’da başlatılıyor. Amaç, ekonomik işbirliği yoluyla Avrupa’da barışı ve istikrarı sağlamak ve bu temelde de, Soğuk Savaş’ın ürettiği güvenlik risklerine yanıt vermek.
- 1990–2001 Soğuk Savaş sonrası bağlam ve 11 Eylül 2001 terörü; bu dönemde, hem Soğuk Savaşın bitimi, hem de serbest pazar temelli ekonomik küreselleşmeye yanıt olarak AB bütünleşme sürecinin yapılandığını görüyoruz. Bir yanda, Soğuk Savaş döneminde Rusya hegemonyası altında olan Doğu ve Kıta Avrupa ülkelerinin demokrasiye geçmelerini canlandırmak için ortaya konan Kopenhag siyasi kriterleri, demokratikleşme yoluyla bu ülkelerin bütünleşme içine çekilmelerini amaçlıyor. Batı ve Doğu Almanya’nın bütünleşmesi ve birleşmesi, sembol örnek olarak gösteriliyor. Diğer yandan, serbest pazar ekonomisine dayanan ekonomik yapıların ve kurumların bu ülkelerde kurulması isteniyor. Bu dönem, bu anlamda, AB’nin Doğu ve Kıta Avrupası’na doğru “genişlemesi” dönemi ve küreselleşmeye de demokrasi ve liberal ekonomi temelinde genişleme yoluyla yanıt verilmesi dönemi. Bu dönemin sembol olayı, tek Pazar ve tek para birimi olarak Avro’ya geçmek ve ekonomik bütünleşmeyi tamamlamak. Aynı zamanda da küresel ekonomiye yanıt vermek. Böylece de siyasal bütünleşme sürecine geçmek.
- 2001–2008-bugün AB krizi dönemi; Küresel dünya tarihsel bağlamının çok görünür olarak ortaya çıkmasını, (a) 11 Eylül 2001 terörü ve sonrası, dünyanın, Irak’ta, Afganistan’da savaşlara ve özellikle bir bütün olarak İslam’a karşı medeniyet çatışması altında yürütülen kültürel dışlanmalara sürüklenmesinde ve sonrası (b) 2008’den bugüne derinleşerek yaşanan ekonomik krizde görüyoruz. Bu süreçte, AB, bir taraftan, medeniyetler çatışması altında, “İslam fobisi” sorunuyla içe kapanıyor ve sorunlu ve tartışmalı bir sürece giriyor, diğer taraftan da, 2008’den bugüne, çok ciddi bir ekonomik kriz sorunuyla karşılaşıyor. AB, ekonomik anlamda göçmenlere ya da Türkiye’nin tam üyeliğine gerek duyarken, İslam fobisi tam tersine, AB içinde çok kültürlü ve birlikte yaşamaya dönük anlayışın krize girmesine yol açıyor. İrlanda, Yunanistan, İtalya, Portekiz ve İspanya çok ciddi ekonomik krizle karşılaşıyorlar. AB, siyasal bütünleşme aşamasına girmek üzereyken, ekonomik bütünleşmesini kaybetme riskiyle karşılaşıyor. Hangi ülkelerin Avro’da kalacakları çok ciddi bir soru oluyor. AB süreci, siyasi, ekonomik ve kültürel bir kriz içine giriyor. Çekiciliğini kaybetmek sorunuyla karşılaşıyor. Bu dönemin sembol örnekleri, Türkiye’nin AB tam üyelik süreci ve İslam fobisi. Bu sorunlar ve tartışma alanları, AB sürecinin içine girdiği krizi bize gösteriyor. Bu dönemde de, AB’nin küreselleşen dünyanın güvenlik ve ekonomik risklerine ve krizlerine doğru ve etkili yanıt veremediğini görüyoruz. Küreselleşmeye etkili yanıt veremeyen AB, kendi içinde krize giriyor.
III. Türkiye-AB İlişkileri ve Küreselleşme +
Türkiye-AB ilişkileri coğrafi, bu kitabın farklı bölümlerinde gördüğünüz gibi kültürel, ekonomik ve siyasi derinliğe sahip ilişkilerdir. Türkiye-AB ilişkileri bir müttefiklik değil, karşılıklılık esasına dayanan bir “tam üyelik yoluyla bir bütünleşme ilişkisi”dir. Bu ilişkiler özünde stratejik ortaklığa dayanan, çok-boyutlu, kültürel, siyasi ve ekonomik maliyeti, katkısı ve getirisi yüksek, sistem-dönüştürücü nitelikte ilişkilerdir. Kültürel düzeyde, Türkiye-AB ilişkileri Avrupa kimliğinin çok-kültürlü bir yapıya dönüştürülmesini içeren, ama aynı zamanda da Türkiye modernleşmesinin de, demokratik ve çoğulcu bir nitelik kazanmasını talep eden ilişkilerdir. Siyasi düzeyde, Türkiye’nin AB’nin tam üyesi olmasını içeren bütünleşme sürecini içeren ilişkilerdir. Aynı zamanda da, Türkiye’de devletin demokratik, etkin, şeffaf ve sorumlu olmasını talep eden ilişkilerdir. Bu anlamda, Türkiye-AB ilişkileri Türkiye’de devlet-toplum/birey ilişkilerini değiştiren, toplumu “haklar, özgürlükler ve sorumluluklar dili” temelinde güçlendiren ve çoğullaştıran ve sivil haklar ve özgürlükler alanını genişleterek, yeni bir vatandaşlık anlayışı yaratan ilişkilerdir. Ekonomik düzeydeyse, AB ülkeleri Türk ekonomisinin en önemli ve birincil hareket alanını oluşturmaktadırlar. AB’nin Türkiye’nin ekonomik olarak büyümesine ve kalkınmasına katkısı çok önemlidir. Bu katkı üretim alanında olup, bir yandan Türk ekonomisine kurumsal ve yasal bir temel oluştururken, diğer yandan yatırımlar için risk faktörünü minimize ederek ekonomik canlılığa yol açabilmektedir. Dahası, Türkiye-AB ilişkileri, devlet-toplum ilişkilerinin “haklar dili” temelinde düzenlenmesini içerdiği için, Türkiye’nin yapısal işsizlik, fakirlik ve açlık ve dağılım adaletsizliği sorunlarını çözebilecek ilişkilerdir. Diğer taraftan da Türkiye de AB için çok önemli bir pazardır. Türk ekonomisinin canlılığı ve genç nüfusuyla dinamik yapısı, Türkiye’yi AB ülkeleri için önemli bir pazar konumuna getirmektedir.
Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğini hedefleyen müzakere sürecinin 3 Ekim 2005’de başlatılması kararı, bugün ve sonuçları temellinde içerdiği güvensizliğe ve belirsizliğe rağmen, “Avrupa ve uluslararası toplum için tarihi nitelikte bir karar” olarak nitelenmesi gereken bir karardı. Gerçekten de yukarıda vurguladığımız gibi terörden savaşa uzanan bir alanda 11 Eylül sonrası dünyanın güvenlik risklerine ve mali durgunluk ve işsizlik temelinde çok boyutlu hareket eden küresel ekonomik krize, hem AB’nin, hem de Türkiye’nin etkili yanıt vermesi için tam üyelik müzakere sürecinin başlatılması tarihi bir karardı. Bununla birlikte, AB’nin özellikle Fransa, Almanya, Danimarka, Avusturya gibi üye ülkelerin Türkiye’nin tam üyelik müzakerelerine başlamasının yeterli koşulunu, diğer aday ülkelerden beklediği, “Kopenhag kriterlerini yerine getirme” temelinde görmediği zamanla ortaya çıktı. Türkiye de küresel dünya içinde uyguladığı aktif politikanın dünya ölçeğindeki algısının olumluya gitmesiyle, AB sürecini yavaşlattı. Bu süreç üzerine, her iki tarafın da ilgisi giderek azaldı.
Burada şu noktanın altını çizmemiz gerekiyor: AB’ye tam üyelik müzakere süreci “bir aday ülkenin AB normlarına ve müktesebatına kendisini uyumlu hale getirme süreci” olarak işlese de bu işleyiş Türkiye’nin AB ile tam üyelik müzakerelerini tanımlamak için gerekli ama yeterli olmayacaktır. Türkiye sadece kendisini AB müktesebatına uyumlu hale getirdiği için değil, AB için tarihsel önemini sürdürdüğü sürece, müzakerelerde başarılı olacak ve güçlü bir konuma gelecektir. Dolayısıyla tam üyelik müzakerelerini sadece teknik bir uyum süreci olarak görmek yanılgısına düşmeden, Türkiye’nin AB tarafından Avrupa ve uluslararası toplum için tarihsel öneme sahip bir ülke olarak algılanmasının müzakere süreci içinde de çok önemli olacağını görelim. Tam da bu noktada küreselleşmenin önemi ortaya çıkmaktadır. Türkiye ve AB, küresel risklere yanıt vermede beraber hareket etmelerinin daha doğru ve etkili sonuçlar getireceğini anladıkları zaman, Türkiye-AB ilişkileri canlanacaktır. Şüphesiz ki bunu söylemek, kurumsal reformun ve liderlerin önemini görmemek değildir. Ama küresel dünya tarihsel bağlamının, sadece AB bütünleşme sürecini değil, Türkiye-AB ilişkilerini anlamak için öneminin altını çizmektir.
Demokratik ve ekonomik olarak sürdürülebilir kalkınmasını yaşama geçiren bir Türkiye, Avrupa tarafından kendisi için önemli bir kazanç, bir artı-puan olarak algılanacağını söyleyebiliriz, çünkü böyle bir Türkiye ile Avrupa, hem kendi içinde yaşayan ve farklı kültürel kimliklere sahip gruplara “çok-kültürlü ve kapsayıcı bir demokratik yapıya” sahip olduğunu gösterecektir, hem yaşlanmış nüfusuna “genç ve dinamik bir demografik nitelik” kazandıracaktır, hem de durgunluk dönemine girmiş ve sorunları gittikçe yapısallaşan ekonomik yaşamına bir “canlanma ve dinamizm” getirebilecektir.
Ama Avrupa’nın bu temelde Türkiye’nin tam üyeliği olgusunu düşünmesinin de otomatik olarak Türkiye’nin demokratikleşme ve sürdürülebilir ekonomik kalkınmadaki başarısıyla oluşacağını düşünmek de bizi yanılgıya götürür. Bu yanılgı sadece Avrupa içinde yer alan ve Türkiye’ye ırkçılığa varacak bir tarzda ön yargıyla yaklaşan siyasi aktörlerini ve kamuoyunu varlığıyla ilgili değildir, aynı zamanda ve belki de daha önemli olarak AB’nin bugün içinde bulunduğu kriz ortamının çözümü ve bu çözüm içinde Avrupa’nın kendi içinde ve küresel dünya da nasıl şekilleneceğiyle de ilgilidir. Bu nedenle de, Türkiye-AB ilişkilerinin geleceği, sadece Türkiye’nin kendi demokratik dönüşüm sürecindeki başarısına bağlı değil, Avrupa’nın geleceğinin nasıl şekilleneceği temelinde de belirleneceğinin ve bu anlamda da müzakere sürecinin çok-aktörlü, çok-değişkenli ve çok-boyutlu bir yapıya sahip olduğunun bilincinde olmalıyız.
Bu nedenlerle, Türkiye-AB ilişkilerinde bir model ve zihniyet değişikliğine gitme talebine gereksinimiz var. Bu talep, bu çalışmanın içinde açımlamaya çalıştığım, Türkiye-AB ilişkilerinin “karşılıklı yarar ve ortak sorun çözme” model ve zihniyetinde yeniden-canlandırılmasını içermektedir. AB bugün, (a) kendisinin kurumsal ve yönetimsel geleceği, (b) kendisinin ekonomik geleceği ve küreselleşme içindeki yeri, (c) kendisinin dünya siyasetinin şekillenmesindeki küresel rolü, (d) kendisinin sınırları içi ve sınırlarına komşu yerlerde var olan sorunları çözme kapasitesi ve etkisi ve (e) kendisini taşıyan kimliğin ve vatandaşlık anlayışının içeriği gibi beş temel konuda ciddi bir kriz ve geleceğe karşı güvensizlik durumu yaşamaktadır. Türkiye, tüm bu alanlarda AB’ye katkı verecek bir kapasiteye sahiptir. Fakat Türkiye’nin katkıları üzerine gelişen söylemin inandırıcı olabilmesi için demokratikleşmeye ve sürdürülebilir ekonomik kalkınmaya bağlılığının hem retorik hem de uygulama düzeylerinde gerçekçi olması gerekmektedir. Türkiye’nin Avrupa’nın şekillenmesine vereceği katkının inandırıcılığı, Türkiye’nin kendi içinde demokratikleşme-ekonomik kalkınma eksenindeki, özellikle uygulama düzeyinde gösterdiği başarıyla gerçekleşebilir ve inandırıcı olur. Ve böylece, “karşılıklı yarar ve ortak karar verme işbirliği anlayışı” içinde Türkiye-AB ilişkileri olumlu ve güven içeren bir karşılıklı ilişki duygusuna dönüştürülebilir. Unutmayalım ki, Türkiye-AB ilişkileri tarihsel, coğrafi, kurumsal, ekonomik, siyasal ve kültürel olarak sistem-kurucu ve sistem-dönüştürücü niteliktedir; Türkiye’nin tam üyeliği hem Avrupa’ya hem dünyaya hem de Türkiye’nin kendisine ve geleceğine katkı verici niteliktedir.