3.3 Katılımcı ve Çoğulcu Demokrasi
Yaprak Gürsoy
Anahtar Sözcükler Demokrasi, Demokrasinin Koşulları, Siyasal Haklar, Kişisel Özgürlükler, İnsan Hakları, Hukukun Üstünlüğü, Demokratikleşme, Demokratik Konsolidasyon, Bulaşma Etkisi, Gösteriş Etkisi, Pozitif Şartlılık
Giriş +

Avrupa Birliği (AB) ve demokrasi sorusu iki ana başlık altında incelenmesi gereken bir konudur. İlk olarak, Avrupa Birliği’nin aday ülkelerde demokratikleşme süreçlerini hızlandırdığı ve adayların demokrasilerini güçlendirdiği olgusu incelenmelidir. 1980’lerde Güney Avrupa ülkeleri ve Soğuk Savaş sonrasında Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri AB üyelik süreçlerinde demokratik reformlar yapmışlardır. Bunun sonucunda, AB’nin liberal hak ve özgürlükler konusunda bu ülkelere yardımcı olduğu inancı sıkça dile getirilen bir gerçek halini almıştır. Türkiye’nin de adaylık sürecinde demokratik reformlar yapıyor olması bu bakış açısını güçlendirmiştir.
İkinci, AB ve demokratikleşme konusunda üzerinde önemle durulması gereken bir husus uluslararası bir kurum olan Avrupa Birliği’nin, kendi içinde demokratik standartları ne kadar yerine getirdiğidir. Üye ülkelerin çeşitli politikalarının AB nezdinde karara bağlandığı hatırlanacak olursa, AB politikalarının oluşturulmasında rol oynayan karar mekanizmalarının demokratik koşulları yerine getirip getirmediği ciddi bir sorundur. Zira Avrupa Birliği bir yandan üye ve aday ülkelerde ulusal düzeyde demokrasiyi güçlendirirken, diğer yandan da ulus-üstü kararlar almaktadır. Bu kararlar üye ülke halklarına veya temsilcilerine danışılmadığı ölçüde bir demokrasi açığına (democratic deficit) neden olmaktadır. AB’deki demokrasi açığı sorunu her ne kadar üzerinde durulması gereken bir konu olsa da, bu bölüm katılımcı ve çoğulcu demokrasinin tanımını yaptıktan sonra Türkiye’de AB’nin demokratikleşmeye nasıl yardımcı olduğu konusuna değinecektir.
I. Demokrasi’nin Tanımı +

AB’ye göre demokrasi nasıl tanımlanmaktadır? Modern demokrasi, seçilmiş temsilcilerin rekabeti ve işbirliği aracılığıyla vatandaşların dolaylı olarak kendilerini yönetenleri kamu alanında sorumlu tuttuğu bir yönetim sistemidir. Rekabet, sadece seçimleri değil, seçimler haricinde de vatandaşların sivil toplum kuruluşları veya çıkar grupları gibi aracılarla kamu politikalarını etkileme ve biçimlendirebilme sürecini ifade eder. Kamu politikalarının oluşturulmasında seçilmiş temsilciler arasında rekabet olduğu kadar belli bir seviyede işbirliğinin varlığı da esastır (Schmitter ve Karl, 1996).
Avrupa Birliği ve Kopenhag kriterleri, kabaca bu şekilde tanımlanan demokrasinin varlığını mümkün kılan prosedürler ve koşullar üzerinde durur. 1948 İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde ve 1953 Avrupa İnsan Hakları Beyannamesi’nde de öngörüldüğü gibi insan hakları, siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel boyutlarıyla bölünmez bir bütündür. Dolayısıyla, demokrasi ile hukukun üstünlüğü ve temel özgürlükler bir arada ele alınmalıdır. Bu prensipten yola çıkarak, AB’nin desteklediği katılımcı ve çoğulcu liberal demokrasinin koşullarını üç ana başlık altında incelemek mümkündür. İlk başlık olan siyasal haklar, azınlık gruplarına mensup fertler de dâhil toplumdaki tüm yetişkin bireylerin eşit olarak siyasi sürece katılma, yani seçme, seçilme ve parti kurma hakkına sahip olmasını ifade eder. Bu siyasal haklar vasıtasıyla toplum, devletin yerel yönetimlerden ulusal yönetimine kadar tüm seviyelerindeki politikaları üzerinde belirleyici bir etkiye sahip olur. Ayrıca vatandaşlar kendi seçtikleri temsilcileri kamusal alanda sorumlu tutarlar. Bu bağlamda, toplumun ve seçilmiş temsilcilerin, devletin politikalarını belirlerken, seçilmemiş kurumlar ve kişiler tarafından engellenmemeleri ve özgür hareket edebilme olanağına sahip olmaları önemli koşullardan biridir.
İkinci başlığın bir kısmını oluşturan kişisel özgürlükler kapsamına ise şunlar girer: ifade, inanç, örgüt kurma, bilgi edinme ve basın özgürlükleri. Kişisel özgürlüklerle birlikte diğer temel insan hakları da unutulmamalıdır. Bu haklar altında yaşama, işkenceye maruz kalmama, ayrımcılığa tabi tutulmama ve devletin özel hayata müdahale etmemesi gibi haklar sıralanabilir. Kişisel özgürlükler ve insan hakları, siyasal hakların da bir güvencesidir. Örneğin, ifade veya bilgi edinme özgürlüğünün olmadığı bir ortamda vatandaşların sağlıklı bir şekilde seçme ve seçilme haklarını kullanabilecekleri düşünülemez. Ayrıca, bu özgürlüklerin varlığı sonucunda, demokrasi için önemli bir koşul olan müzakere süreci gerçekleşir. Tartışma ortamına özgürce katılarak ve değişik görüş ve fikirleri basın ve örgütler yoluyla takip ederek vatandaşlar siyasi karar alma sürecine iştirak ederler. Seçilmiş temsilciler toplumun nabzını bu şekilde tutabilir ve uzlaşma yoluyla toplumun geniş kesimlerinin yararına kararlar alabilirler.
Demokrasiyi mümkün kılan son koşul hukukun üstünlüğüdür. Hukukun üstünlüğü, toplumdaki azınlık gruplarına mensup vatandaşlar da dâhil her bir kadın, erkek ve çocuğun kanun önünde eşit haklara sahip olmasını ve kanunların her bireye aynı şekilde uygulanmasını temsil eder. Kanun önünde eşitlik ilkesinin önemli bir sonucu, seçilmiş hükümetlerin ve devlet yönetiminden sorumlu kişilerin de kanunlar önünde aynı sorumluluklara sahip olmasıdır. Yönetenler kanunlara uymak zorunda oldukları için demokrasinin tanımına aykırı bir şekilde hareket edemezler; ettikleri durumlarda da bağımsız mahkemeler tarafından yargı sürecine tabi tutulurlar.

Demokrasinin Koşulları
- Siyasal Haklar
- Her vatandaş seçilme hakkına sahiptir.
- Yürütme ve yasama yetkisi gibi önemli yetkilere haiz ofisleri dolduran kişiler, serbest ve adil seçimler sonucunda bu pozisyonlara gelmişlerdir (seçme hakkı).
2. Kişisel Özgürlükler ve İnsan Hakları
- Serbest tartışma ortamı yaratan ifade ve inanç özgürlüğü vardır.
- Hem tartışma ortamını hem de bilgi edinmeyi sağlayan bağımsız medya kuruluşları ve basın özgürlüğü vardır.
- Hükümetin ve devlet yöneticilerinin yaptıklarını takip etmek ve haklarında bilgi edinmek mümkündür.
- Seçilmiş hükümetin gücünü aşırıya kaçacak şekilde kullanmasını engelleyecek ve kontrol altında tutabilecek kurumlar, mekanizmalar ve bağımsız kaynaklar vardır.
- Vatandaşlar örgütlenme ve bu örgütler vasıtasıyla çıkarlarını ve değerlerini koruma hakkına sahiptirler.
- Söz konusu demokraside yaşayan herkesin yaşama hakkı ile devlet veya başka kişiler tarafından işkenceye ve ayrımcılığa maruz kalmama hakkı vardır. Devletin özel hayata müdahalesi sınırlandırılmıştır.
3. Hukukun Üstünlüğü
- Yukarıda sıralanmış bütün koşullar yasal olarak garanti altına alınmıştır.
- Bu koşulların uygulanması görevini bağımsız mahkemeler ve yargıçlar üstlenmiştir.
- Söz konusu demokraside yaşayan hiçbir kimse hukuk kurallarından muaf tutulamaz. Bütün kanunlar herkese eşit ve aynı şekilde uygulanır.

II. Demokratikleşme ve Uluslararası Etkiler +
Bir ülkede demokratikleşme sürecinden bahsederken üç bileşenin üzerinde durmak gerekir (Schneider ve Schmitter, 2004). Bu aşamalar her zaman birbirini takip eden sıralarda ilerlemeyebilir, fakat yine de ayrı incelenmesi gereken farklı süreçlere işaret etmektedirler. İlk bileşen, otoriter rejimlerde liberalleşme, yani bazı hak ve özgürlüklerin rejim tarafından kısmen tanınması sürecine işaret eder. Bu aşama, otoriter rejimin demokrasiye geçeceğine işaret ediyor gibi durabilir. Ancak liberalleşme sürecinde seçimler yapılsa bile bu seçimler özgürlükçü bir ortamda gerçekleştirilmez, dolayısıyla bu aşamada demokrasiden bahsetmek güçtür. Demokratikleşme sürecinin ikinci bileşeni demokrasiye geçişi temsil eder. Bu geçiş sürecinde, kurucu seçimler hür bir ortamda gerçekleştirilir, büyük ölçüde siyasi haklar, özgürlükler ve insan haklarını tanıyan yeni bir anayasa ve kanunlar yazılır.
Seçilmiş Hükümetleri Kontrol Edecek ve Sorumlu Tutacak Demokratik Mekanizmalar ve Kurumlar (Beethem, 2005: 32)
1. Yasama Organları (Meclis, Parlamento ve Senato gibi)
2. Yargı Organları
|
3. Vatandaşlar ve seçmenler
4. Kamuoyu
|
Demokrasiye geçişten sonra, üçüncü ve son bileşen, demokrasinin konsolidasyonu sürecidir. Konsolidasyon, bir araya getirerek pekiştirme ve sağlamlaştırma anlamına gelir. Demokrasinin yukarıda tanımlanan koşulları önceden yerine getirilmiş olsa bile konsolidasyon süreci farklı bir aşamaya, toplumdaki siyasi açıdan önemli her bir grubun demokratik rejime tutumsal ve davranışsal olarak saygılı olmasına ve bağlı kalmasına vurgu yapar. Önemli gruplar arasında siyasi partileri, üye sayıları kayda değer olan ve harekete geçebilecek potansiyeldeki kitleleri ve asker veya bürokrasi gibi devlet kurumları içindeki zümreleri sayabiliriz. Eğer bu tip gruplar, demokratik koşullar, meclis ve siyasi partiler gibi demokratik kurumlar ve kanunlar dışında hareket etmeyi düşünmüyorlarsa, bu demokrasinin konsolide olduğuna işarettir. Bu tip rejimlerde seçimleri kaybedenler dâhil bütün önemli siyasi aktörler demokratik kurallar çerçevesinde tekrar seçimlere katılmayı tercih eder, demokrasi tanımına aykırı sosyal hareket, ihtilal veya darbe gibi faaliyetlere girişmezler. Ayrıca her grup diğer bir grubun da aynı şekilde düşündüğüne inanır ve toplum içinde rejim konusunda bir güven ortamı hâkim olur. Kısacası, demokrasi karşıtı veya rejimi yıkma amacı güden önemli gruplar yoktur ve böyle önemli bir grubun varlığından şüphe dahi edilmez (Gunther, Puhle ve Diamandouros, 1995).
Demokratikleşme sürecinin bu üç bileşeni bir ülkede oluşum sürecindeyken yurtiçi kaynaklı nedenler ön planda olabileceği gibi, yurtdışından gelen baskılar ve bağlantılar da etkili olabilir. Her ne kadar Avrupa Birliği’nin demokratikleşmeye etkisini incelerken uluslararası etmenlere vurgu yapmak gerekse de, unutulmaması gereken önemli bir nokta yurtdışı kaynaklı bu tip faktörlerin (savaşta yenilme veya işgal altında kalma gibi durumlar haricinde) nadiren kendi başına bir ülkede demokrasiye geçiş ve konsolidasyon süreçlerini doğurduğudur. Bu bileşenlerin başarıyla gerçekleşmesi ancak yurtiçindeki olumlu koşullara bağlıdır ve bu koşullar olmadan bir ülke uzun yıllar aynı aşamada kalabilir, hatta bir önceki sürece geri bile dönebilir.
Demokratikleşme yönünde gelen uluslararası teşviklerin etkinliği, bu tip teşviklere maruz kalan ülkenin ne kadar karşı koyabilecek güce sahip olduğuna bağlıdır. Üye olmak için oluşturulan siyasi kriterler, koşullar ve benzeri diplomatik baskılar, uygulandıkları devletlerin siyasi, ekonomik ve askeri açıdan gücüyle ters orantılı olarak başarıya ulaşır. Bununla birlikte, Batılı devletlerle ve bu devletlerin liderliğindeki uluslararası örgütlerle, stratejik, ekonomik ve sosyal bağları olan ülkelerin demokratikleşme süreçlerinde yurtdışı kaynaklı faktörlerden etkilenme olasılıkları daha fazladır. Bu tip bağlar, yumuşak bir güç oluşturarak, hem hükümetlere hem yurtiçindeki sivil toplum örgütlerine demokratikleşme sürecinde baskı uygulayabilir ve/veya yardımcı olabilir (Levitsky ve Way, 2005). Avrupa Birliği’nin de aday ülkelerde demokratikleşmeye etkisi, bu iki öğe, yani yapılan baskı ve kurulan bağlar açısından incelenebilir. Nitekim AB’nin bağlarının ve siyasi kriterlerinden doğan baskısının en güçlü olduğu aday ülkelerde Birliğin demokratikleşmeye olan etkisi, bu baskının ve bağların çok daha zayıf olduğu ülkelere nazaran çok daha fazla olmuştur.
III. Türkiye’de AB’nin Demokratikleşmeye Etkisi: +
Türkiye’de ilk çok partili seçimler 1946 yılında yapılmış, Cumhuriyet Halk Partisi’nin iktidardan 1950 yılındaki seçimlerle düşmesi ve Demokrat Parti’nin hükümeti kurmasıyla demokrasiye geçilmiştir. Bu tarih, AB’ye aday olan ülkelerin hepsinden çok daha öncedir. Ayrıca, Güney, Orta ve Doğu Avrupa’da demokrasiye geçiş ve AET/AB adaylığı birbirini takip eden yakın zamanlarda gerçekleşmiştir. Ancak Türkiye’de durum çok daha farklı olmuş, AB adaylık başvurusu 1987 yılında, yani demokrasiye geçildikten 37 yıl sonra yapılmıştır.
Diğer aday ülkelerde demokrasiye geçiş ile konsolidasyon süreci birbiri ardına gerçekleşmiş olmasına karşın, Türkiye’de 60 yılın ardından konsolidasyon süreci hâlen tamamlanamamıştır. Temelde yatan en büyük problem, Türkiye’de çeşitli grupların demokrasiye sadakatlerinin sorgulanmasıdır. Farklı kutuplardaki siyasi gruplar ve kitleler birbirlerini demokrasiyi araç olarak kullanarak yıkmaya çalışmakla suçlamışlardır. Kabaca özetlemek gerekirse, 1950’lerde Cumhuriyet Halk Partisi ve Demokrat Parti arasında, 1960’dan 1980’e kadar sol ve sağ ideolojileri arasında, 1980’lerden sonra laiklik ve İslam, ve Türk ve Kürt kimliklerine vurgu yapan gruplar arasında bu kutuplaşmalardan söz edilebilir. Toplum içinde doğan radikalleşme ve karşı gruba duyulan güven eksikliği 1960 ve 1980’de darbelere, 1971 ve 1997’de askeri müdahalelere yol açmıştır. Demokrasinin her sefer kısa süre için rafa kaldırılmasının ardından tekrar bir geçiş dönemi yaşanmıştır. Ancak yine de siyasi haklar, insan hakları, kişisel özgülükler ve hukukun üstünlüğü gibi demokrasi koşullarında eksiklilikler devam etmiştir. Bunun bir nedeni demokrasinin konsolidasyon sürecinin de tamamlanmamasıdır. Konsolidasyon için şart olan ılımlılaşma ve demokratik kurum ve kurallar haricinde darbe, devrim veya terörist faaliyette bulunmaktan çekinmek gibi davranışsal ve tutumsal değişimler gerçekleşememiştir. Bunun sonucunda en temel demokrasi koşullarından bazıları bile tam olarak hâlâ yerine getirilememiştir.
1999 yılında Helsinki zirvesinden sonra aday ülke konumu resmileşen Türkiye’de Avrupa Birliği entegrasyon sürecinin etkisiyle de birlikte Kopenhag kriterlerine ve AB müktesebatına uyum için çeşitli demokratik reformlar gerçekleştirilmiştir. 1999-2004 yılları arasında 1982 anayasasının önemli bir kısmı yeniden yazılmış, bunun yanında, medeni kanun, Türk ceza kanunu ve terörle mücadele yasası gibi düzenlemelerde de reformlar yapılmıştır. Evlilikte kadın-erkek eşitliğinin sağlanması, kadınlara ve çocuklara karşı şiddetin cezalandırılması, işkencenin suç sayılması ve ölüm cezasının kalkması, insan hakları alanında önemli bazı değişiklikler olarak sıralanabilir. Temel özgürlükler alanında ise basın özgürlüğü ve ifade hürriyeti arttırılmıştır. Azınlık hakları kapsamında, Türkçe dışındaki dillerde yayın ve eğitim özgürlüğünde önemli yollar kat edilmiştir.
Demokrasinin bir başka koşulu olan hukukun üstünlüğüne ilişkin olarak, Türkiye 2003 yılında Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesi olan adil yargılama hakkını kabul etmiştir. 1980 darbesi sonrasında kurulan, hâkimleri arasında askeri üyelerinde bulunduğu ve devletin iç ve dış güvenliğini ilgilendiren davalara bakan Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin (DGM) varlığı, 6. maddenin şartı olan bağımsız yargılama sürecine aykırı olarak yorumlanıyordu. Dolayısıyla, 1999 yılında askeri üyelerin DGM’lerden kaldırılması, 2003 yılında DGM’lerde bakılan davaların tekrar yargılanma sürecinin başlatılması ve 2004 yılında bu mahkemelerin kapatılmasıyla Türkiye bu alanda da önemli bir adım atmıştır. Benzer bir şekilde, yapılan çeşitli reformlarla savaş koşulları haricinde askeri mahkemelerde sivil vatandaşların yargılanması hukuken sona erdirilmiştir.
Seçme ve seçilme hakkının nispeten sorunsuz yaşandığı Türkiye’de, demokrasinin belli başlı koşullarından olan siyasi haklar diğer koşullara göre daha ileridedir. Ancak bu alanda da, parti kapatma davaları veya meclise giren partilerin seçimlerde Türkiye genelinin en az %10’u kadar oy almış olması şartı gibi sıkıntılar hâlâ vardır. Ayrıca seçilmiş temsilcilerin, seçilmemiş kurumlar ve özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) veya Anayasa Mahkemesi tarafından karar verme aşamasında engellenmeleri de demokratik koşullara aykırıdır. Bu engellemelerin ana sebebi, seçilmiş temsilcilerin, yani hükümetlerin veya siyasi partilerin, aslen demokratik olmadığına ve devlet güvenliğine tehdit oluşturduğuna olan inançtır. Demokratik konsolidasyonun gerçekleşmediği, toplumun önemli grupları arasında demokrasiye bağlılığın sorgulandığı ve güvensizliğin bulunduğu ortamlarda, demokratik koşullara aykırı bu tarz önlemler sıkça karşımıza çıkmaktadır.
Bununla beraber, Türkiye’de AB adaylığı ile birlikte özelikle askeri vesayet konusunda yasal reformlar yapılmıştır. 1982 anayasasının çeşitli maddelerinden kaynaklanan yetkilerle TSK, hükümetlerin kararları üzerinde veto yetkisine sahipti. Özellikle, genelkurmay başkanı, kuvvet komutanları, cumhurbaşkanı, başbakan ve bakanları bir araya getiren Milli Güvenlik Kurulu (MGK), TSK’nın sivil yönetim üzerinde etki sahibi olmasına neden olabiliyordu. 2001 ve 2003 yılları arasında MGK’nın yapısı ve görevleri ile ilgili yapılan reformlarla, bu kurumun hükümetler üzerindeki etkisi azaltılmaya çalışılmıştır. Ayrıca 1999’dan itibaren yapılan diğer değişikliklerle, askeri temsilcilerin Yükseköğretim Kurulu (YÖK) veya Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) gibi kurumlardaki sandalyeleri kaldırılmış ve milli savunma ve askeri bütçe üzerindeki sivil denetim artırılmıştır.
AB adaylığı sürecinde siyasi haklar, temel özgürlükler, insan hakları ve hukukun üstünlüğü alanlarında yapılan yasal reformlar, kuşkusuz Türkiye’nin çoğulcu ve katılımcı bir demokrasiye geçmesi için önemli aşamalardır. Ancak, bu düzenlemelerin yeterli olduğunu söylemek mümkün değildir. 2004 yılından itibaren siyasi reform sürecinin hızı kesilmiştir. Şu ana kadar yapılan anayasal ve kanuni değişikliklerin ötesine geçilmesi gerektiği gibi, ayrıca bu reformlar kâğıt üzerinde kalmamalı, pratikte de uygulanmalıdır.
Adaylığının resmileştiği 1999 yılından itibaren geçen on yılı aşkın sürede Türkiye’nin kat ettiği yol, demokratikleşme konusunda başladığı ileri nokta düşünülecek olursa Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin aynı süre içinde geçirdikleri aşamalardan çok daha geridedir. O halde sorulması gereken soru AB adaylık sürecinin diğer ülkelerle kıyaslanınca Türkiye’de niye aynı hızlı sonuçları vermediğidir. Bu sorunun cevabının bir kısmı Türkiye’de AB üyeliği konusunda tüm siyasi gruplar arasında bir fikir birliği olmamasında yatmaktadır. Türkiye’de toplum, üyeliğe sembolik önem vermektedir ve Batılı, modern, ekonomik olarak gelişmiş, medeni vs. gibi pozitif algılanan kavramlarla Avrupa Birliği bir arada değerlendirilmektedir. Ancak, adaylıkları süresince 1970’li yıllarda Güney Avrupa ve 1990’lı yıllarda Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde üyelik ayrıca demokrasinin garantisi olarak görülmüştür. Özellikle eski Doğu Bloğu ülkelerinde AB, liberal ekonominin ve Rusya’ya karşı ulusal güvenliğin de en önemli güvencesi olmuştur. Türkiye’de demokrasiye ve liberal ekonomik sisteme geçiş, adaylıktan daha önce olduğu için bu kavramlar ve AB arasında özel bir bağlantı kurulmamaktadır. Aksine, AB’nin Kopenhag kriterleri çerçevesinde öne sürdüğü demokratik koşullardan bazıları ve özellikle azınlık haklarının tanınması, TSK’nın siyasi rolünün azaltılması veya terörle mücadele yasasının değiştirilmesi gibi reformlar, bazı gruplar tarafından devlet güvenliğini tehdit eder nitelikte görülmektedir. Avrupa Birliği üye ülkelerinin asıl amaçlarının Türkiye’yi bölmek ve içten çökertmek olduğu düşüncesi sol ve sağ görüşteki bazı partiler arasında dolaylı veya açık olarak dile getirilmektedir.
Böyle bir algıda, AB üye devletlerinden Fransa, Avusturya, Kıbrıs Rum Kesimi gibi bazılarının Türkiye’nin tam üyeliğine şüphe ile yaklaşması ve Almanya başbakanı Angela Merkel veya Fransa cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy gibi çeşitli politikacıların Türkiye’yle imtiyazlı ortaklık gibi seçenekleri dile getirmesi bir rol oynamaktadır. AB üye ülkelerinde Türkiye’nin üyeliğine karşı çıkışlar arttıkça, Türkiye’de de AB’nin samimiyetine olan güven ve üyeliğe destek azalmaktadır.
Örneğin, 2008’in ikinci yarısında yapılan ankete göre Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğinin iyi bir şey olacağı görüşü kamuoyunun %42 gibi bir kesimi tarafından düşünülmektedir. Aynı soru 2004 yılında sorulduğunda kamuoyunun %71 gibi yüksek bir çoğunluğu olumlu görüş bildirmiştir (Eurobarometre, 2008: 20). Bu sonuçlar Türkiye’de AB üyeliğine karşı pozitif fikirlerin düştüğü şeklinde yorumlanabilir. Benzer bir şeklide AB kurumlarına olan güven de oldukça düşüktür. Güz 2008 döneminde ankete katılanlar arasında AB kurumlarına olan güvensizlik %42-43 civarında, güven duyma eğilimi ise sadece %18-20 arasında çıkmıştır (Eurobarometre, 2008: 27). Kıyaslamak gerekirse, 2003 yılında yapılan ankete göre, AB Komisyonu ve Parlamentosu’na, aday ülkelerdeki kamuoyunun duyduğu güven sırasıyla Polonya’da %47-51, Çek Cumhuriyeti’nde %35-47, Macaristan’da %55-66, Romanya’da %55-65, Bulgaristan’da %46-58, Slovakya’da %53-65 çıkmıştır. Aynı yıl Türkiye’de AB Komisyonu’na güven %32, Parlamento’ya güven %41 olmuştur. Bu sonuçlar aday ülkeler arasında en düşük olanlarıdır (Eurobarometer, 2004: 178-9).
Türkiye’de AB üyeliğine desteğin düşmesi ve güven eksikliği, bazı siyasi çevrelerin yapılan demokratik reformları yabancılara verilen ödünler şeklinde yorumlanmalarına olanak sağlamaktadır. Bununla birlikte, Türkiye’de reformların sancılı bir şekilde ilerlemesi, AB üye ülkelerinde Türkiye’nin tam üyeliğine karşı görüşlerin artmasına neden olmaktadır. Kısacası, Türkiye-AB ilişkileri ve bu bağlamda demokratikleşme süreci bir kısır döngü içine girmiştir. AB içinde Türkiye üyeliğine karşı artan şüpheler, Türkiye içinde olumsuz hava esmesine neden olmaktadır ve bu sürecin sonucunda Türkiye, Kopenhag kriterlerini yerine getirme, demokratikleşme ve üye olma konusunda diğer aday ülkelere kıyasla daha yavaş ilerlemektedir.
Sonuç +
Geçmişten günümüze Avrupa Birliği demokratikleşme konusuna özellikle önem vermiştir. 1970’lerin sonunda ve 1980’lerin başında aday olan Güney Avrupa ülkelerinde ve 1990’lardan 2000’li yıllara kadar Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde demokratik konsolidasyon sürecine Avrupa Birliği katkıda bulunmuştur. Ancak benzer bir süreç Türkiye’de nispeten daha az ve Orta Doğu ve Kafkaslardaki komşu ülkelerde neredeyse hiç gözlemlenmemektedir. Bu farkı açıklayan birinci neden aday ülkeler üzerinde baskı ve yaptırımların çok daha etkili olmasıdır. Demokratik koşullar gerçekleşmediği sürece bu ülkeler AB üyesi olamayacaklarını bilmektedirler. Özellikle kader birliği yaptıkları diğer Güney veya Orta/Doğu Avrupa ülkelerinin aynı sürede adaylık yolunda hızla ilerliyor olmaları, her ülkede bir bulaşma etkisi ve soyutlanma korkusu doğurmuştur. Adaylığı söz konusu olmayan komşu ülkelerde ve AB içerisinde üyeliğine karşı birçok sesin yükseldiği Türkiye’de benzer bir yaptırımdan söz etmek mümkün değildir.
Ayrıca Güney, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin üyeliği konusuna AB daha sıcak yaklaşmış, sivil toplum kuruluşları, siyasi partiler, ticari ve finans kuruluşları arasında bağların daha hızla kurulmasına ve geliştirilmesine olanak sağlamıştır. Reformları gerçekleştirmenin ödülü AB üyeliği olduğu için özellikle ekonomik sıkıntılara, daha iyi yaşam koşulları beklentisiyle toplumlar razı olmuşlardır. Fakat benzer bir etkiye komşu ülkelerde rastlanmamaktadır. Türkiye’de ise AB üyeliği ufukta gözükmedikçe yapılan reformlar çeşitli kesimler tarafından devletin bütünlüğüne ve güvenliğine tehdit olarak algılanmaktadır. Kısacası, AB’nin demokratikleşmeye etkisi reformları yaptığı sürece üye olmasına kesin gözüyle bakılan aday ülkelerde daha fazla olmuştur.
Son olarak üstünde durulması gereken nokta, Güney, Orta ve Doğu Avrupa toplumlarının kendi içinde demokratikleşme hareketinin zaten diğer ülkelere nazaran daha kuvvetli olmasıdır. Başka bir değişle, demokratikleşme konusunda siyasi grupların hemfikir olduğu ülkelerde Avrupa Birliği sürece bir ivme kazandırarak daha etkili olmuştur. Ancak, demokratik konsolidasyon sürecinde sorunlar yaşayan Türkiye’de ve demokrasi sürecini daha henüz tamamlamamış bazı komşu ülkelerde Avrupa Birliği aynı etkiyi gösterememektedir. Türkiye ve komşu ülkelerde benzer bir fikir birliği doğar ve AB üyeliği veya Birliğin sağlayabileceği ekonomik ve siyasi katkılar kesinleşirse, bu toplumlarda da AB’nin demokratikleşmeye etkisi artabilir.
Kaynakça +
Beethem, D. (2005) Democracy: A Beginner’s Guide, Oxford: One World Publications.
‘Eurobarometer 2003.4 Public Opinion in the Candidate Countries’ (2004) European Commission Public Opinion [Online], http://ec.europa.eu/public_opinion/archives/cceb/2003/cceb2003.4_full_report.pdf [29 Temmuz 2010].
‘Eurobarometre 70 Avrupa Birliği’nde Kamuoyu, Ulusal Rapor Türkiye’ (2008) European Commission Public Opinion [Online], http://ec.europa.eu/public_opinion/archives/eb/eb70/eb70_tr_nat.pdf [29 Temmuz 2010].
Gunther, R., Puhle, H. J. ve Diamandouros, N. (1995) ‘Introduction’, Gunther, R., Puhle, H. J. ve Diamandouros, N. (der.), The Politics of Democratic Consolidation: Southern Europe in Comparative Perspective içinde, Baltimore ve Londra: John Hopkins University Press.
Levitsky, S. ve Way, L. (2005) ‘International Linkages and Democratization’, Journal of Democracy,Cilt16, Sayı 3, Temmuz, s. 20-34.
Schmitter, P. C. ve Karl, T. L. (1996) ‘What Democracy Is…and Is Not’, Diamond L. ve Platter, M. (der.), The Global Resurgence of Democracy içinde, Baltimore: Johns Hopkins University Press.
Schneider, C. ve Schmitter, P. (2004) ‘Liberalization, Transition and Consolidation: Measuring the Components of Democratization’, Democratization, Cilt11, Sayı 5, Aralık, s. 59-90.